Biz millet olarak çok uyanığızdır. Hepimizin herşeyden haberi vardır. Hiçbirimiz bu konuda mütevazilik göstermeyiz. "Ben kendi halinde bir insanım, özel bir yeteneğim veya üstün bir tarafım yok" diyen Türk sayısı pek azdır, diyenler de mutlaka içten söylemiyordur bunu. Bize göre biz aslen çok yetenekliyizdir, ama fırsat bulamamışızdır. Çok zekiyizdir, ama kimse kıymetini bilmemektedir. Aslında çok ta atletiğizdir ama idmansızlıktan göbek olmuştur. Hem ticarete aklımız erer, hem mühendisliğe. Bu egomuzu tatmin edecek küçük kurnazlıklar yapmayı da çok severiz.
Geçenlerde bir forumda ilginç bir konuya denk geldim. Yukarıda bahsettiğim tipte kurnaz bir arkadaş tutmul kendisine bir adet Nokia N96 telefon satın almış. Buraya kadar sorun yok, ama arkadaş telefonu 190ytl gibi aşırı düşük bir fiyata almış. Tam fiyatını bilmediğimden araştırdım, internet sitelerinde 1300-1400ytl fiyat aralığında satılıyor bu telefon. Tabii o arkadaş ta biliyor bunu, ama çok kurnaz ya, 7'de 1 fiyatına N96 aldım diye içinden kıs kıs gülüyor, yolda yürüyüşü bile değişiyor. Artık havasından geçilmez onun.
Yanında Gargamel'in bile saf kalacağı bu arkadaş telefonu kullanmaya başlayınca farkediyor ki telefonu orjinal Nokia değil, Çin malı. Nasıl olur? 190 lira vermiş hem de, sahte olamaz! Arka kapağın üzerinde "WI-FI" yazdığı halde kablosuz internete de bağlanamıyormuş. İşletim sistemi ise rezalet... Olacak iş değil. Bu süper uyanık arkadaş forumda konu açarak bu başına gelenleri anlatıyor. Ardından "ben ne kadar ahmak bir insanmışım" diyor, herkesi benzer bir hataya düşmemeleri konusunda uyarıyor.
Şaşırdınız değil mi? Tabii ki öyle demiyor eleman. Salaklığını kabul etmiyor da hala uyanık geçiniyor. "Acaba Nokia yazılımı (yani symbian s60) yüklesem telefonum orjinal Nokia N96'ya dönüşür mü?" diye soruyor. Dönüşür tabi, neden dönüşmesin? Tofaş Şahin'ler birkaç 100 lira masrafla BMW'ye dönüşüyor ya, Çin malı telefon neden Nokia'ya dönüşmesin... Korkarım biz Türk milleti olarak bu uyanıklıkla DeLorean arabaların uçarak zamanda seyahat edeceğine ve her radyasyon yiyenin süper güçlere sahip olacağına da inanırız. Şimdi değilse bile ileride inanırız yani. Gidişat o yönde... Çok sevdiğim bir laf vardır: pahalıysa vardır bir hikmeti, ucuzsa vardır bir illeti. Lüzumsuz uyanıklıklara kalkışmayın sayın okurlar, sonra bir de bakmışsınız ki kazığın dublesini yemişsiniz. Saf olmak ayıp değildir, bilhakis bir erdemdir. Keşke herkes saf olabilse.
Abit firmasının ve bilgisayarın tarihi
09 Temmuz 2009 Perşembe 22:40
Korkmayın, o kadar uzun birşey yazmayacağım. Hatta hiçbirşey yazmayacağım, çünkü hazır yazılmışı var. Bilişim medyasının "ağır abi"lerinden Levent Pekcan kendi sitesi Dark Hardware'de bu konuyla ilgili güzel bir yazı yayımlamış. Sıkıcı değil, öyle çok eskilerden de başlamıyor bu tarih yazısı. Şu an kullandığımız pek çok teknolojinin nereden geldiğini anlatmış, tabii daha çok Abit firması üzerine odaklanarak. Bilindiği üzere Abit artık yok. Ben de zamanında KT7-Raid modelini kullanmıştım ilk AMD işlemcimle birlikte. Bu yazı yeni değil, geçen aydan beri var ama buraya yazmak benim henüz aklıma geldi. Kafa kalmadı desem yeridir. Yazıyı okumak ve hem başarının hem de başarısızlığın nasıl bir arada olabileceğini görmek istiyorsanız buraya tıklayın. Bilgisayarla ilgilenen herkesin bir göz gezdirmesini öneririm. En azından bizi jumper ayarlarından kurtaran firmaya hürmet için...
Aaa, böyle birşey vardı - 2
09 Temmuz 2009 Perşembe 22:23
Geçmişte kalan, ıvır ve zıvırdan bahsetmeye devam ediyorum. Hatırlayanlar parmak kaldırsın...
* Iomega Zip Drive: Evet ta kendisi. Eskiden, çok eskiden, DVD diye birşey henüz yokken, CD yazmak masraflı ve zorken (yazım işlemi 1 saatten uzun sürerdi ve yazılan her 2 CD'den biri mutlaka yanardı) bunlar vardı. Iomega firması disketten sıkılan ama CD yazıcı almaya parası olmayan kişileri hedefleyerek disketle CD arasında bir ürün tasarlamıştı. Ecnebi ülkeleri bilmem ama bizim buralarda hiç tutmadı. Zaten birkaç sene sonra CD aldı başını gitti, boş CD'ler ve CD yazıcılar ucuzladı, yazma hızı da oldukça arttı. Böylece Iomega topu attı. İflas etmedi gerçi ama havası kaçtı, alelade bir yedekleme firmasına dönüştü. Zip Drive hakkında daha detaylı (ve teknik) bilgi almak isteyenler buraya tıklasınlar.
* Game Port: Umarım siz eskiden beri herşeyin ucunda USB soketleri olduğuna inanmıyorsunuz. Evet Gibson USB gitar yapmış olabilir, durum o kadar kötü ama eskiden böyle değildi. Sadece joystick, game pad veya direksiyon bağlamak için tasarlanmış bir bağlantı noktası vardı. Gerçi game port aynı zamanda midi bağlantı noktasıydı, klavyeler de (q olanlar değil, müzik için kullanılanlar) bağlanırdı buradan. Game port üzerinden bağlanan oyun kontrol cihazlarını kalibre etmek gerekirdi. Düzgün kalibre edilmezse sapıtırdı, saçmalardı. Ayrıca bu game port dediğimiz 15 delikli soket yalnızca ses kartlarında olurdu. O zamanlar ses kartı olmakta bir ayrıcalıktı, ses kartı ve CD-Rom sürücüsü olan bilgisayarlara multimedya bilgisayarı denirdi. Çok garip geliyor değil mi? O zamanlar bize çok normal geliyordu. Memnunduk yani durumumuzdan!
* Dip Switch ve Jumper kardeşler: Bios ayarlarını bios menüsünden yapma özelliği ilk kez Abit tarafından 1996 yılında kullanıcılara sunuldu. Siz şimdi düşünebilirsiniz, "bios ayarları tabii ki bios menüsünden yapılır, ya nereden yapılacaktı?" diye. Jumper ve dip switch vardı kardeşlerim. Şimdi bize basit gelen pek çok ayarı yapmak için o zamanlar alırdık elimize anakartın kullanım kılavuzunu, parmakları kalın olanlar bir de cımbız alırdı, başlardık jumperları yerinden oynatmaya. Kitapçık gösterirdi, şöyle takarsanız 66mhz, böyle takarsanız 100mhz diye. Saat ve tarih gibi şeyler haricinde işlemci ve bellekle ilgili tüm ayarlar böyle yapılırdı. Bazı firmalar lüks modellerinde kullanıcıları jumper derdinden kurtarmış, dip switch denen küçücük şalterler koymuşlardı. Onlar da yine ince tornavida veya cımbızla dürterek ayarlanırdı, tek farkı biraz daha pratik olmalarıydı. Bir gıcıklıkları daha vardı bunların, anakartların her birinde ayar sistemi farklı olduğundan, kullanım kılavuzunu kaybeden yanardı. Bir daha ayar yapmak neredeyse imkansız olurdu. Şimdi fsb arttırıp bellek gecikmesiyle oynamak kolay. Asıl overclock yapmak o zamanlar marifetti...
Şimdilik bu kadar. İçinizi karartmak istemem, eskiden bilgisayar kullanmak zordu ama bir o kadar da keyifliydi. Oynadığımız her oyundan zevk alır, kullandığımız her yazılımda uzmanlaşmaya çalışırdık. Klasik tüketim toplumu olduk muhabbeti yapmak istemiyorum, o yüzden burada kesiyorum.
Sonunda bu da oldu, Google işletim sistemi projesini açıkladı!
08 Temmuz 2009 Çarşamba 21:40
Evet, yanlış okumadınız. Hayır, Android'den bahsetmiyorum. O cep telefonları içindi. Bu seferki farklı. Google, Chrome OS ismini verdiği ve x86 tabanlı (yani masaüstü ve laptop) bilgisayarlarda çalışacak olan bir işletim sistemini hazırladığını duyurdu. Yakında herşeyimiz Google marka olacak, söylemedi demeyin.
Peki mevcut işletim sistemlerinden ne farkı olacakmış Chrome işletim sisteminin? Cevabı şuymuş: Chrome OS bilgisayarların birkaç saniyede açılıp webde gezinmeye hazır olacağı, basit, güvenli ve hızlı bir işletim sistemi olacakmış. Öyle demişler yani. Güzel birşey aslında. Zaten Linux çekirdeği kullanacak olan Chrome OS, yeni bir pencere yöneticisiyle gelecekmiş. Umarım Google bu işi de hakkıyla yapar da özellikle netbook tipi hafif bilgisayarlarda kullanılacak hafif bir işletim sistemimiz olur. Gerçi benzer özellikler muhtelif linux sürümlerinde de (Pardus, Ubuntu, Suse) var ama Google tarafından geliştirilen bir alternatif te güzel olur hani. Bu arada Nokia ve Iphone'un Çin malı taklitlerini ithal eden firmaları kınıyorum. Herşeyin taklidini getiriyorsunuz da HTC'nin Android tabanlı telefonlarının taklitlerini es geçiyorsunuz. Olmuyor vallahi.
Chrome OS hakkında daha detaylı ve birinci kaynaktan bilgi almak isteyenler şuraya tıklayabilirler. Netbook ve nettop modellerinin sayısı her geçen gün artıyor. Donanımlar da gittikçe gelişiyor, yakında çift çekirdekli Atom ve Nvidia Ion gibi güzel özelliklere sahip, hem de çantaya sığacak kadar küçük bilgisayarları göreceğiz. Bir de böyle hoş işletim sistemleri olursa, tadından yenmez.
Nerede beleş oraya yerleş - VidoeLan Player 1.0 (sonunda!)
07 Temmuz 2009 Salı 16:42
Evet, sonunda çıktı. Senelerdir beta durumunda olan süper medya oynatıcı artık beta değil, 1.0 sürümü çıktı. Tüm VideoLan severlerin ve açık kaynak taraftarlarının gözü aydın.
Bilmeyenler için ben yine de anlatayım. VideoLan Player, kısaca VLC Player, ekstra codec yüklemeyi gerektirmeden neredeyse tüm medya formatlarını açabilen çok yetenekli bir oynatıcıdır. Bu programla mp3 dinlemekten tutun da MKV dosyalarını HD kalitede izlemeye kadar her türlü multimedya ihtiyacınızı giderebilirsiniz. Tabii mp3 dinlemek için o konuda uzman başka programları kullanmakta fayda var, ama mecbur kaldığınızda VLC Player o ihtiyacınızı da görebilecek yeteneğe sahip. En basit mpeg1 formatındaki eski videolardan MKV formatındaki çok kaliteli videolara kadar hepsi VLC Player üzerinde hiçbir codec olmadna izlenebilir. Hem de bunları yaparken sisteminize fazla bir yük binmez, açılışı bile hızlıdır VLC Player'ın.
Açılış demişken, ben Windows Media Player'a gıcık oluyorum. Açılması uzun sürüyor, teferruatı fazla. Ben onun internetten albüm kapağı bulma veya playlist oluşturma özellikleriyle ilgilenmiyorum. Ben indirdiğim içeriği bir an önce izlemek istiyorum. 3ghz hızında çift çekirdeğe sahip bilgisayarda bile yavaş açılan Media Player benim için çok hantal. Bu yüzden ben müzik dinlemek için Aimp (ileride onu da yazacağım), video izlemek için ise VLC Player kullanıyorum.
Çoğu diğer açık kaynak yazılım gibi "cross platform" yani çoklu platform uyumlu olan VLC Player sadece Windows üzerinde değil, MacOS ve Linux üzerinde de aynı başarıyla çalışıyor. Üstelik tamamen ücretsiz. Altyazı desteğinden muhtelif ses çıkışlarına verdiği desteğe kadar, ücretli alternatiflerinden hiçbir eksiği yok. Siz de denemek isterseniz buraya tıklayarak sayfadaki linkten indirebilirsiniz. Ben VLC Player'ı bilgisayarında video izleyen herkese öneriyorum.
Ayıp ediyorsun Firefox!
06 Temmuz 2009 Pazartesi 22:09
Hakikaten ayıp ediyor, beni çok kızdırıyor. Aşağı yukarı 1 hafta önce Firefox'un beklenen büyük güncellemesi oldu, 3.5 sürümü yayımlandı. Tarayıcı teknolojisinde büyük yenilikler getiren bu sürümün betaları zaten aylardır meraklıları tarafından kullanılıyordu. Ben de bu sayfalarda kendisi hakkında övgü dolu birşeyler yazmak için hazırlanıyordum. Gelin görün ki Firefox, daha doğrusu yapımcısı Mozilla biraz ayıp etti. Gerçi o ayıbı onlar mı etti yoksa Mozilla'nın Türkiye bölümü mü etti bilemiyorum.
Bahsettiğim ayıp, Firefox 3.5'in final sürümünün Türkçe olarak hala yayımlanmamış olması. Şimdi işin meraklıları hemen atlayacaklar, "yayımlandı çoktan, ben indirip kurdum bile" diye. Kardeşlerim, o sizin indirip kurduğunuz ismi değiştirilmiş 3.5rc sürümüdür. O sürüm final değil, Release Candidate yani yayımlanma adayı. Final sürümüne oldukça yakındır, ama bazı farkları vardır. Gerçek final sürüm yayımlandığında zaten Firefox'un "yardım" sekmesinde "güncellemeleri kontrol et" seçeneğine tıkladığınızda yeni sürüm var diye kendisi haber verir.
Neredeyse tüm diller için gerçek final sürümü yayımlanmış. Bunlar arasında Galiçyaca, Gujarati dili, Kannada dili (Kanada değil), Marathi dili ve Kürtçe gibi diller var. Son yazdığımı küçümsediğimi sanmayın, yanlış anlaşılmak istemem. Ben zaten bu dillerin (ve onları konuşanların) hiçbirini küçümsemiyorum ama herhangi bir ülkenin resmi dili bile olmayan diller için Firefox yayımlanıyor, Türkçe hala beta sürüm olarak kalıyor. Aşağıda onun da linki var, ama uyarı da var: Bu yerel sürümler betadır ve çeviri hataları içerebilirler. Bakın güzel Türkçe'mizle aynı kaderi paylaşan diğer dilleri yazayım da durumun vahimliğini anlayın. Malayalam, Oriya, Romansh ve Tamil dilleri. Umarım siz de Mozilla'nın ne kadar ayıp ettiğini anlamışsınızdır.
Bahsettiğim rezaleti (eğer siz bunları okurken düzeltilmediyse) şuraya tıklayarak siz de görebilirsiniz. Ben bir an önce bu ayıbın düzeltilmesini istiyorum ve düzeltmedikleri her an için sorumluları kınıyorum, sorumlular her kimse. Elin Marathilisi bile (ülkelerinde internet varmı onu bile bilmiyorum) kendi dilinde son sürüm Firefox kullanıyor, Türkiye gibi internet kullanımının (tabii ki genç nüfus içerisinde) yüksek olduğu bir ülkenin vatandaşları bu imkana sahip olamıyor. Internet Explorer zaten seçenek değil, ama bir yanda Chrome, diğer yanda Opera var. Safari ise karşıdan el sallıyor. İlk çıktığından beri desteklediğim tarayıcı böyle umursamazlıklar yaparsa ben de diğerlerinin çağrısına cevap verebilirim. Nikah kıymadık ya Mozilla'yla...
Suçluluk duygusuyla güçlülük hissi birbirine karıştığında...
06 Temmuz 2009 Pazartesi 20:53
Elimde hiç fotoğrafı yok, temsili resim de koymak istemiyorum, o yüzden tarif ediyorum. Siyah, eski kasanın da eskisi, yani 98 model filan bir Passat. Sahipleri ona pek iyi davranmadığı için hırpalanmış, fren lambalarından biri yanmıyor. Sinyaller zaten bugüne kadar hiç yanmamış, onun sahibi gibi adamlar sinyal vermezler. Çizikler vuruklar da cabası. Muhtelif makaslara girerek ilerliyor, sonra da ışıklarda duruyor (mecburen). Ben de onun yanına denk geliyorum. Yeşil yanıyor, ilerliyorum. Siyah Passat arkamda, ama o bunu hazmedemiyor. Araya girmek istiyor ve onun ön tamponunun sol tarafı benim arka tamponun soluna hafifçe sürtüyor. İşte asıl ilginçlik bundan sonra başlıyor...
Kavşağı geçince duruyoruz. Arabadan kurtlar vadisinden fırlamış, Oktay Kaynarca'nın yandan yemişi bir adam iniyor. "Sen naapıyosun ya" diyor. Ben de "ben birşey yapmadım, siz bana arkadan çarptınız" diyorum. "Solumdan geçmeye kalktın" diyor, "zaten soldan geçilir, ayrıca geçmeye kalkmadım, geçtim. Siz de bana arkadan vurdunuz işte" diye karşılık veriyorum. İlginç hareketler yapmaya başlıyor. O anda siyah Passat'ın içine bakıyorum, içeride kız arkadaşı oturuyor. İşte o zaman o ilginç hareketleri neden yaptığını anlıyorum. "Noolucak bu şimdi" diyor, "polis çağıralım rapor tutsun" diyorum. Beyefendi çok meşgul bir insan olduğundan kabul etmiyor. Onun derdi başka aslında. O, hemen elimi cebime atıp birkaç yüz lira çıkartmamı, "al abi şu parayı çok özür dilerim" dememi bekliyor. O da biliyor ki polis rapor tutarsa 8'de 8 suçlu olacak. Korkuyor, ama korkusunu içeride oturan kıza çaktırmak istemiyor. Artistik hareketlerle (aynen bir buz patencisi gibi) arabasına yöneliyor. Afili bir şekilde arabaya binip parayı hızla kapatıyor. Hiçbirşey söylemeden gidiyor. Bu girişimi de başarısız kaldı, ne yapsın? Girişimciler bilirler ki iş dünyasında her girişim sonuca ulaşmaz. Para kopartacaktı, bir de üstüne hava atacaktı, ikisi de olmadı.
Bu olayı ben kafamdan uydurmadım. Birkaç saat önce iş dönüşü başıma geldi, taze yani. Yer Kayışdağı Caddesi, Yeditepe Üniversitesi'nin az aşağısı. Daha sonra aynı güzergahta gittik bu siyah Passat'la. Bir süre geriden izledim, bir süre de dikiz aynasından gördüm. Bir kaza geçirdikten sonra bile akıllanmadı, makaslara girdi, önündeki arabalara tehlikeli şekilde sokuldu. Pek çok kaza atlattı. Hikayenin sonunda toplumsal ders vermezsem olmaz. Siz siz olun berduş arabalarından uzak durun. O vuruklar çizikler kendiliğinden olmadı, her birinin bir kurbanı var. Siz de dikkat edin, magandaların kurbanı olmayın.
Walkman 30 yaşında (yani benimle yaşıt)
05 Temmuz 2009 Pazar 11:41
Evet, hakikaten benimle yaşıtmış. Bizim zamanımızda çok kıymetliydi bunlar. Tabii ben bu resimde görülen ilk modelin piyasada olduğu yılları hatırlamıyorum, ama Walkman'in çok popüler olduğu zamanları biliyorum. Walkman diyip geçmemek lazım, kendisi bir ürün grubuna ismini vermiş bir üründür. Diğer firmaların da benzer ürünleri çıktı sonradan, ama hangi firma yaparsa yapsın ismi Walkman oldu, daha doğrusu herkes öyle dedi. Hiç kimse Aiwa marka kişisel kaset çalar demedi, Aiwa Walkman dediler. Aynı şey günümüzde IPod ve Jeep için de geçerlidir. Nedense insanlar tüm mp3 çalarlara IPod diyor, tüm arazi araçlarına da Jeep diyor. Bu yanlış kullanım da o firmayı yüceltiyor.
İlk Walkman (resimdeki) 1979 yılında piyasaya sürülmüş. Sony yöneticilerinden Akio Morita "yolculuklarımda müzik dinlemek istiyorum" diyince Sony mühendisleri de ona bu cihazı hazırlamışlar. Pille çalışan, kaset çalan, kulaklık sayesinde çalan müziği sadece bir kişinin dinlediği ucuz ve pratik müzik çalar. Benim zamanımda ergenliğe giren her gencin rüyasıydı Walkman. Herkes bir tane isterdi, mümkünse Sony olsun derdi. Radyolusu vardı, daha sonra dijital radyoluları çıktı. Bir de Mega Bass özellikli olanları vardı, bir nevi basit equalizer sistemiyle sesin daha canlı çıkmasını sağlıyordu bu özellik. Son dönemlerde işi iyice abartmışlardı, kaset kutusundan daha ufak Walkman'ler çıktı piyasaya, fiyatları da el yakıyordu. Tabi bu yanlış bir yatırımdı çünkü o dönemlerde CD yayılmaya başlamıştı. Kasetli Walkman'in bir ayağı çukurdaydı artık...
Sony teknolojik becerisini kullanarak Walkman konseptini CD'ye uyarladı, Discman doğdu. Çok başarılı olan bu konsept, mp3 formatının çıkmasıyla zayıflamaya başladı. Mp3 Discman'ler çıktı önce, fena değillerdi ama kapasiteleri CD kapasitesiyle sınırlıydı. Diğer tarafta elma şeklinde logosu olan bir firma ufak beyaz kutularda onlarca mp3 Discman'den daha fazla kapasite sunuyordu. Sony bu, durur mu? Onlar da hemen IPod benzeri cihazlar ürettiler, hem de bazı yönlerden IPod'u bile aşarak. İyi bir fikirdi, hele üretici taşınabilir müzik çaların mucidi Sony olunca çok başarılı olacak gibi duruyordu ama olmadı. Sony'nin kendi egosu kendi başarısını engelledi. Mp3'ten daha iyi sıkıştırma oranına sahip bir format geliştirdiğine inanan Sony, bu formatı tüm dijital Walkman kullanıcılarına dayattı. Bu da satışlarının dibe vurmasına sebep oldu. Daha sonra bu zihniyetinden vazgeçen firma güzel cihazlar üretti ama Apple alıp başını gitmişti, Sony'ye müşteri olarak sadece IPod'u bir sebepten dolayı sevmeyen azınlık kalmıştı.
İşte Walkman'in ve taşınabilir müzik çalarların hikayesi kısaca böyle. 30 yıl olmuş, dile kolay. Kendimi yaşlı hissettim birden. Tabii ki şu anda çok daha geniş imkanlara sahibiz, istediğimiz şarkıya veya albüma anında ulaşıyoruz, ama o günlerin tadı bir başkaydı. Walkman'de dinlemek için kendimize karışık kasetler hazırladığımız, saran kasetleri kalem vasıtasıyla düzelttiğimiz, şarjlı piller henüz gelişmediği için kalem pil üreticilerini zengin ettiğimiz o dönemleri hafif bir gülümsemeyle anıyorum. Hey gidi günler...
Aaa, böyle birşey vardı - 1
30 Haziran 2009 Salı 22:34
Evet, yeni bir diziye başlıyorum. Hani bazen birşey görürsünüz, eski günler aklınıza gelir, artık hiç kullanmadığınız birşeydir ya, öyle şeylerden bahsedeceğim. Tabii her zaman görmeye gerek yok, bazen insanın aklına da gelebilir. Birden forlar bir yerden. Hatıralar canlanır. Başlıyorum hatıraları canlandırmaya...
* command.com : Evet şaşırdınız değil mi? Yeni neslin hiç bilmediği, görmediği birşey. Dos zamanında command.com olmadan bilgisayar açılmazdı. Bir de yanında bir arkadaşı daha vardı...
* autoexec.bat : Eğer azıcık dos kullandıysanız (windows içerisindeki komut satırından bahsetmiyorum) çok duygulanmış olmanız lazım. Bu .bat dosyası (batch file yani) içerisinde yazılı olan komutları sırayla çalıştırır. Bilgisayar her açıldığında bu dosya çalışır, dolayısıyla bilgisayarın açılışında çalışması gereken komutlar burada bulunur.
* config.sys : Bu da bilgisayarın tüm ayarlarının bulunduğu dosyadır. Siz eskiden beri kontrol paneli üzerinden ayar yapıldığını sanmıyorsunuz umarım. Eskiden config.sys vardı, bir metin editörü ile açılır oradaki ayarlar kurcalanırdı.
Bu seferlik bu kadar yeter. Yukarıda yazdıklarımı hatırlayanlar şimdi "harbiden ya vardı dimi" diyorlardır. Desinler tabi. Ben de hatırladığımda öyle dedim.
Ben şahsen... - 4
29 Haziran 2009 Pazartesi 17:38
Biraz aradan sonra son derece kişisel görüşlerimi yeniden beğeninize sunuyorum. Ha, sakın beğenmenizi bekliyorum sanmayın. Ben yazmış bulundum bir kere, siz de okumuş bulundunuz, bu saatten sonra beğenseniz de beğenmeseniz de birşey farketmez.
* Memleketin çivisi çıkmış. Asayiş diye birşey kalmamış. Önceki hafta işyerim soyuldu, geçtiğimiz haftasonu da evime hırsız girmeye çalıştı. Hem de bu iki olay da gündüz vakti oldu. Artık hırsızların korkusu da kalmadı. Böyle giderse yakında memlekette hırsız sayısı namuslu vatandaş sayısını geçecek, soyulacak adam kalmayacak etrafta. Bu sefer biz namuslu vatandaşlar kıymete bineriz, ne de olsa serbest piyasa düzeninde kıt olan kıymetlidir. Ben şahsen bu konuda sert önlemler alınması taraftarıyım, yoksa az önce şakayla karışık anlattığım durumla karşılaşmamız olası.
* Pidgin 2.5.8 çıktı. Sadece ufak düzeltmeler (Yahoo'ya bağlanmayla ilgili sorunlar için) içeren bu yeni versiyonu pidgin kullanan herkese öneriyorum. Ben şahsen hemen kurdum. Siz de indirip kurmak istiyorsanız buraya tıklayın.
* Araba satmak ne zor şeymiş yahu. Almak çok kolay da satmak zor. Taş gibi arabaya çeşit çeşit kusur buluyor millet. O kadar temiz istiyorsan bastır parayı git bayiden al sıfır arabayı. Ben şahsen bu tip insanlarla uğraşmaktan sıkılıyorum. Sıkılgan tabiatlıyım yani...
* Araba demişken, JD Power firmasının Amerika Birleşik Devletleri'nde 2009 yılında satılan arabalar üzerinde yaptığı bir araştırmaya göre Lexus en kaliteli arabaymış. İki numarada Porsche, üç numarada ise Cadillac varmış. Buraya kadar gayet normal, bu markaların çok kaliteli olduğunu zaten biliyoruz. Asıl bomba dört numarada. Bizim kağıt araba dediğimiz, şekilli ama kalitesiz gibi yorumlara maruz bıraktığımız Hyundai dört numarayı kapmış. Hem de Mercedes, Bmw, Audi, Toyota ve Honda gibi kalite konusunda dillerden düşmeyen markaları sollayarak. Her ne kadar sadece 2009 yılında satılan araçları kapsadığı için çok tutarlı bir araştırma olmasa da, üretim kalitesi konusunda bize bir fikir verebiliyor. Araştırmanın sonuçlarını görmek isteyenler buraya tıklayabilir.
* VideoLan Player 1.0 sürümüne erişmek üzere. Aklınıza gelebilecek (ve gelemeyecek) herşeyi oynatabilen bu multimedya canavarı cafcaflı arayüze sahip hantal yazılımlara meydan okuyor. Ben şahsen yeni sürüm yayımlandığı anda "Nerede Beleş, oraya yerleş" isimli köşede bir tanıtım yazısı yazacağım. Şimdiden duyurayım yani...
* İsmi lazım değil, "ben şarap sevmem, tadı hoşuma gitmez" gibi cümleler kuran bir arkadaş Cihangir'de bir cafede şarap içerken görülmüş. Gazetecilere yanıt vermeyen bu şahıs, fotoğraflanmamak için önce arka kapıdan çıkmak istemiş ama Smyrna'nın arkasında sadece tuvalet kapısı olduğunu görünce ön kapıdan çıkıp gitmiş. Tesadüf bu ya, fotoğraf çekmeye gelen gazetecilerin hiçbirisinin yanında fotoğraf makinası yokmuş. Altı üstü bir Nikon D40X, onu bile yanlarında taşıyamayan bu gazetecileri ben şahsen kınıyorum. Şarabın tadına doyamayan arkadaşa da afiyet olsun diyorum.
Şimdilik bu kadar sayın okurlar. Yeterince birikince yine yazarım. Siz de okursunuz.
Nerede beleş, oraya yerleş - Thunderbird 2.0.0.22
29 Haziran 2009 Pazartesi 15:19
Evet sayın okurlar, bu seferki ücretsiz yazılımımız Firefox'un kardeşi Thunderbird. Mozilla Thunderbird bir email yazılımıdır. Aynı Microsoft Outlook veya Outlook Express (veya Vista kullanıcısıysanız Windows Mail) gibi, emaillerinizi kontrol etmeniz, düzenlemeniz ve yollamanız için tasarlanmıştır. Az önce saydığım yazılımlardan yalnızca Outlook ücretli, geri kalanları zaten ücretsiz. Peki neden Thunderbird kullanmalısınız? İşletim sisteminin içinde hazır kurulu gelen ve aynı işi gören yazılımı neden terketmelisiniz? Bunun pek çok sebebi var. Bir kere Thunderbird tamamen açık kaynaklı, yani özgür yazılım. Herhangi bir kar amaçlı firmaya bağlı değil. Bir diğer güzelliği de kişiselleştirilebilir oluşu. Eğer yeterli seviyede programcılık bilginiz varsa kendi internet sitesinde yayımlanan kodlarla Thunderbird'ü istediğiniz gibi şekillendirebilirsiniz. Eğer yazılım işinden pek anlamıyorsanız ama kullandığınız yazılımı kişiselleştirmek istiyorsanız, onun da çaresi var. Aynen Firefox gibi Tunderbird de eklenti desteğine sahip. Her ne kadar Firefox kadar çeşitli olmasa da pek çok eklenti arasından beğendiklerinizi kurarak sizin isteklerinize en iyi şekilde cevap verecek email uygulamasını yaratabilirsiniz.
Peki Tunderbird'ün avantajları bu kadar mı? Bu kadarcık olsa ben bu yazıyı yazıyor olmazdım sayın okurlar. Thunderbird bir çoklu platform yazılımıdır, yani sadece Windows için üretilmez, MacOS ve Linux gibi farklı sistemlerde de çalışabilir. Bu da size esneklik tanır. Asıl en önemli avantajı da, pek çok açık kaynaklı yazılımda olduğu gibi sisteme fazla yüklenmemesidir. Açılırken ve kapanırken insanı sıkmaz, sabit diskten garip sesler gelmesine sebep olmaz. Fazla yer kaplamaz ve eski bilgisayarlarda bile hızlı çalışır.
Tüm bunların yanında Thunderbird güvenlidir. Her yazılımda güvenlik açığı bulunur ama Thunderbird'de bu açıklar Microsoft kökenle rakiplerine nazaran daha az ve küçüktür. Günümüzde virüslerin ve diğer zararlıların genelde email üzerinden yayıldıklarını düşünürsek, bu çok büyük bir avantaj. Sık sık güncellenen Thunderbird sizi kötü niyetli kişilerin önünde savunmasız bırakmaz. Ben ilk çıktığından beri Thunderbird kullanıyorum. İlk kez Vista kurduğumda kısa bir süre için Windows Mail kullandım, sonra yine Thunderbird'e geçtim. Size de öneriyorum. Thunderbird'ü indirmek için buraya tıklayabilirsiniz. Diğer diller ve platformlar için olan versiyonlara bir göz atmak isterseniz de şuraya tıklayabilirsiniz. Tıklayın, korkmayın.
Bu aralar ölen ölene
26 Haziran 2009 Cuma 08:56
Moonwalker babasız kaldı. Charlie kendisine yeni bir melek aramak zorunda. Evet, pop müziğin beyaz kralı Michael Jackson ve 70lerin sarışın bombası Farrah Fawcett öldü. Yeni nesil okuyucularım belki benim ve nesildaşlarımın hissettiklerini garipseyebilirler. Onlar için Michael Jackson eskilerin sevdiği, nostalji takılmak istendiğinde birkaç şarkısı dinlenecek rengi belirsiz bir adam. Bizim için ise Michael Jackson şu anda emsali bulunmayan bir yıldız. Kaç kişinin her albümü çok 1 numara olur? Siz hiç bir şarkının 37 hafta kesintisiz 1 numarada kaldığını gördünüz mü? Michael Jackson bunları başarmıştı. Hem de öyle adam yokluğunda değil, sanat dünyasının bugünkü kadar hareketli olduğu bir dönemde. Michael Jackson şarkılarını herkes severdi, death metal dinleyen de severdi, jazz dinleyen de. Daha sonra beyazlamaya kafayı taktı ve kendisini bitirdi. Yanlış kararlar en güçlünün bile sonunu getirebiliyor.
Bir diğer üzücü ölüm haberi de bugünkü gazetelerde yazıyor. Charlie'nin sarışın meleği, bir dönem erkeğinin gönlünde taht kuran Farrah Fawcett ölmüş. Yeni nesil onu pek tanımaz ama tv izleyen amca ve yeğenleri arasında geçen şu diyaloğu belki hatırlar:
-Amca sen en çok hangisini beğeniyorsun?
-Üçü de beş para etmez.
-Ne? Farrah'ı da mı beğenmiyorsun?
-Farrah hangisi?
-Şu sarışın olan... Of yavrum be...
-Hani şu dişlek olan mı?
İşte böyleydi o dialog. İşte orada sözü geçen Farrah ölmüş. tabii ki ölümün önüne geçilmez ancak genç yaşta öldüğünü düşünüyorum. Yeni nesil onları tanımasa da onlar bir dönem gençliği için çok şey ifade ediyorlardı. Ben yeni sanatçılarda onlarda ve nesildaşlarında gördüğüm yıldız ışığını göremiyorum. Cameron Diaz bana Farrah Fawcett kadar seksi gelmiyor, zenci hiphop şarkıcılarının hiçbiri bana Michael Jackson kadar keyif vermiyor. Hayatlarının son dönemlerinde popülaritelerini yitirseler de bu isimlerin saygıyla anılmaları gerektiğini düşünüyorum.
Emre ben linuxcu olcam
25 Haziran 2009 Perşembe 20:42
Evet, Tamer aynen böyle dedi. Hem de selamsız, sabahsız, destursuz dedi. Dümdüz yani. Kendine göre sebepleri var onun da. Her ne sebepten olursa olsun Linux'a gönül verenleri desteklerim ben. Onlar bilişim dünyasının sosyal demokratlarıdır. Daha araştırmacı ve geliştirmecidirler, daha çok okurlar ve ellerine verileni dümdüz kullanmak yerine kendileri için en iyi olanı tercih ederler. İyidirler yani. Ben "linuxçu"ları severim.
Bu vesileyle sizlere biraz pardustan bahsedeyim. Gerçi yakında Pardus 2009 final sürümü çıkacak ama ben şimdiden bir ön bilgi vereyim. Bilmeyenler için söyleyeyim, Pardus yerli malıdır. Tübitak geliştirir, tamamen ücretsizdir ve tam takım bir işletim sistemidir. Tabii ki içinde yabancı kaynaklı yazılımlar da bulunur ama herşey Türkçedir ve Türkiye şartlarına uygundur. Üstelik siz orasını burasını kurcalayıp bozmazsanız Windows'a göre çok daha sorunsuz ve kolay kullanımlıdır. Tek tıklamayla hem kendisini, hem sürücüleri, hem de kurulu olan yazılımları (oyunlar dahil) günceller. Kurulduğu anda sistemdeki tüm aygıtları tanır. Hızlıdır, sisteme fazla yüklenmez. Eski, "artık işe yaramaz" dediğiniz bilgisayara kurun, internet canavarına dönüşsün. Üstelik ilk kurulduğu anda içerisinde pek çok yazılımla gelir, her konuda pek çok yazılım Pardus'la birlikte kurulur. İster grafiker olun, ister ses işlemek isteyin, isterseniz yalnızca webde gezmek ve mesajlaşmak isteyin, Pardusta hepsi için hazır yazılım vardır. Hatta tam teşekküllü bir ofis pakedi (Open Office) bile pakede dahildir. Herşeye hazır yani...
Ben son aylarda Pardus kullanamıyorum ama 2009 sürümü çıktığında bir deneyeceğim. Yeni KDE ile hem görsel hem de işlevsel olarak daha da gelişen Pardus'un ihtiyaçlarımı karşılayacağına eminim. Virüslere dayanıklı, çökmeyen, sağlam ve hızlı bir sistem isteyenleri Pardus kullanmaya davet ediyorum. Ne kadar çok kişi desteklerse, Pardus o kadar güçlü olur. Eğer söylediklerim sizi birazcık olsun etkilediyse, içinizde bir merak uyandıysa, Pardus hakkında bilgi almak ve Son sürümü indirmek için buraya tıklayın. Açık kaynağın yükselişi durdurulamaz!
FPS türünün babası satıldı
25 Haziran 2009 Perşembe 13:33
Evet, yanlış okumadınız. Wolfenstein 3d oyunuyla bir türü (hem de en popüler türlerden birini) yaratan ve daha sonra da bu türün en güzide örneklerini piyasaya süren firma ID Software satılmış. Satın alan da Bethesda'ymış. O da ziyadesiyle büyük firmadır tabii ki, az oynamadım Daggerfall'u. Gerçi ID Software kapanmayacakmış ama yine de üzüldüm ben. Bu tip satın alma ve birleşmelerde küçük firmanın yaratıcılığı engellenir genelde. Oyun sektörünün en yaratıcı firmalarından biri olan Bullfrog da EA tarafından satın alınmıştı da sonradan arada eriyip gitmişti. Ben hala Dungeon Keeper 3 bekliyorum mesela ama nafile.
Quake 3 gibi hala unutulmayan bir başarının ardından Quake 4 gibi bence gereksiz bir oyunu piyasaya süren ID Software'in geleceğinin parlak olmadığını biliyordum. Buna rağmen oyun dünyasının en sevilen firmalarından biri olmasının onu kurtaracağını umuyordum. Umutlarım boşa çıktı. Artık ID Software yok, varsa da başka bir şirketin boyunduruğu altında. Umarım oyunlarının kalitesi düşmez ve biz güzel FPS'ler oynamaya devam ederiz.
Tek elle yaşamak
24 Haziran 2009 Çarşamba 21:57
Ne yazayım ne yazayım diye düşünürken arkadaşım Dovilė "beni yaz" dedi. Ben de kabul ettim. İşte yazıyorum. Kendisi ecnebi diyarlarda yaşayan bu hanım kızımız yakın zamanda ülkemize gelin gelecekmiş. Kimse yanlış anlamasın, ben evlenmiyorum, şanslı kişi bir başkası. Olsun, mutlu olurlar inşallah.
Şimdi ben onunla ilgili birşeyler yazacağım ya inadına, konusuz yazmak ayıp olur diye bir konu bulayım dedim. Dovilė geçen hafta elinden ameliyat olmuş, hem de tam final döneminin ortasında. Tek elle yaşamaya alıştığını söyledi, artık her işi tek elle yapabiliyormuş. Ailesinin yanında kalmadığı için fazla yardımcı olan da yok sanırım. İnsan tek başınayken hastalık çok sıkıntılı oluyor. zaten tek başına yaşamak genel anlamda sıkıntılı.
Benim değinmek istediğim daha derin bir konu aslında. Hadi bu arkadaş geçici olarak tek elini kullanamıyor. Ya daimi kullanamayanlar ne olacak? Doğuştan sakat doğanlar veya bir kaza sonucu bir uzvunu kaybedenler? Bir düşünsenize herşeyde handikaplısınız, ne yaparsanız yapın diğer insanlar kadar rahat değilsiniz. Ne para ne kariyer buna ilaç olamaz. Bir de önyargılı insanlar tarafından ilginç muamelelere maruz kalmak var. Ben geçenlerde böyle bir olaya şahit oldum da adamı yanında çocuğu olduğu için affettim. Çocukcağızın psikolojisi bozulur sonra.
Ben her tür insana anlayış göstermek taraftarıyım, sadece anlayışsızlara karşı bu anlayışı gösteremiyorum. Karışık bir cümle oldu biliyorum. Blogumda toplumsal mesaj da verdim, bundan sonra önüm açık. Kaptırdım gidiyorum vallahi...
Nerede beleş, oraya yerleş - Defraggler v1.11.148
23 Haziran 2009 Salı 16:34
Kaptırdım gidiyorum sayın okurlar. Bu sefer tanıtacağım yazılım herkese lazım birşey. Bilgisayardan biraz anlayanlar bilir ki sabit disk üzerinde veriler okunup yazıldıkça parçalanır. Nasıl parçalandığını anlatırsam Blogspot isyan eder. Kızdırmamak lazım büyük patronu. Neticede bir şekilde parçalanan bu dosyaları birleştirmek gerekir. Bu işi aslında herhangi bir harici yazılıma ihtiyaç duymadan Windows içerisinde gelen disk birleştiricisiyle yapabilirsiniz. Yapabilirsiniz ama ne siz ne yaptığınızı anlarsınız, ne de yaptığınız birleştirme birşeye benzer. İş bu sebepten dolayı piyasada pek çok disk birleştirme yazılımı bulunur. Bunların içerisinde yüksek fiyatlı kurumsal olanları da vardır, ücretsiz ve amatör kullanıma hitap edenleri de vardır. Bugün size anlatacağım yazılım tamamen ücretsiz dağıtılan ve boyundan büyük işler başaran Defraggler.
Göründüğü üzere oldukça sade bir arayüze sahip olan Defraggler, kullanıcısının kafasını fazla karıştırmıyor. Tek yapmanız gereken "Birleştir" tuşuna basmak. Diskinizin durumunu canlı olarak üst kısımdaki bölgede görme şansınız var. Zaten Windows içerisinde gelen disk birleştiricisinden ayrıldığı noktalardan biri de bu. Bir diğer farkı ise parçalanmış dosyaların hangileri olduğunu ve ne kadar parçalandıklarını görebilmeniz. Böylece sadece tek bir dosyayı da birleştirebilirsiniz, seçtiğiniz birkaç dosyayı da. Tabii ki genel disk birleştirmesi her zaman en sağlıklısı ama diğer seçenekler de yerine göre faydalı olabiliyor.
Tüm bunların yanında Defraggler sayesinde dosyaların disk üzerindeki yerleşimlerini değiştirmeden sadece parçalanmış dosyaları birleştirebilirsiniz ya da komple disk birleştirmesi yaparak ileride olacak parçalanmayı asgariye indirebilirsiniz. Bahsettiğim 2. yöntemle birleştirme yaptığınızda işlem daha uzun sürüyor ama birbiriyle ilişkili dosyalar birbirine yakın konumlandırılıyor, böylece performans artıyor. Bir de bazı kullanıcılara hitap eden büyük dosyaları diskin sonuna kaydırma özelliği var, ancak dediğim gibi bu her kullanıcıya hitap etmiyor ve her zaman iyi performans vermiyor.
Defraggler'ı ücretsiz ve kullanışlı yazılımlar konusunda uzman olan Piriform yapmış. Firmanın diğer yazılımlarına daha sonra değineceğim. Bugün yeni versiyonu çıkan Defraggler'ı buradan indirebilirsiniz. Yeni versiyonda bazı geliştirmeler yapılmış ve arayüzle ilgili bazı hatalar düzeltilmiş. Defraggler yazılımını bilgisayarını seven herkese öneririm. Periyodik birleştirme bilgisayarınızı canlı tutar, bilgisayarın en yavaş parçası olan sabit diskin hızını korumasını sağlar. Sonra beni arayıp "abi benim bilgisayar iyice yavaşladı ya, şuna bi format atsak mı" demezsiniz. Deseniz de birşey olmaz gerçi. Hepinize iyi disk birleştirmeler.
Düğünsever Türk Milleti
25 Haziran 2009 Perşembe 20:42
Aslında başlık yanlış oldu. Düğünsever Türk Milleti yazdığımda ulusumuzun tamamını kapsamış oluyorum. Halbuki düğünleri sevenler Türk kadınları. Erkeklerimizin düğünlerle ilgisi genelde maliyet odaklı oluyor. Tabi bazı erkeklerimiz oynamayı severler, kendilerini bozmaya meraklıdırlar ama düğünler daha çok gelinin gelinlik giymesi ve çevresine hava atması ile ilgilidir. "oooo alem ne der" zihniyeti insanlara bir bulaştı mı arındırmak imkansızdır. Ne eroin bağımlılığı, ne de kanser illeti bu zihniyet kadar kalıcı olamaz insan vücudunda.
Ben düğünlere karşı değilim. Eğlenmek, hatta parası varsa hava atmak herkesin hakkı. Belki gün gelir bir kısmetim çıkarsa ben de düğün yapabilirim. Hiç belli olmaz. Ben düğünün bir zorunluluk olarak görülmesi karşıtıyım. Bir adamın maddi durumu yürüyüşünden bile anlaşılır. Olmayan parayla, borçla, krediyle düğün yaparak kime hava atılacak? Bu millet o kadar salak mı? "İşçi emeklisi babanın işçi oğlu, ama dillere destan bir düğün yaptı" gibi bir durum ne kadar inandırıcı olur? Mason filan mı bu işçi emeklisi baba? Gizli serveti mi var? Tevazu göstermek için mi her gün 3 vesaitlik yolu tek vesaite indirmek amacıyla 1 saatten fazla yürüyor?
Soytarılığın lüzumu yok. Düğünlere karşı değilim ama millete hava atmak amacıyla yeni evli çiftlerin (özellikle de damadın) soyulmasına karşıyım. Düğün lükstür, tüm diğer lüks tüketim ürünleri gibi sadece fazladan parası olanlara hitap eder. Siz hiç "rolex saatsiz olur mu? aaa alem ne der!" diyen birine rastladınız mı? Rastlarsanız bana da haber verin beraber dövelim.
Nerede beleş, oraya yerleş - Pidgin 2.5.7
22 Haziran 2009 Pazartesi 23:09
Yeni bir yazı serisine başlıyorum: iş gören ücretsiz yazılımlar. Bunların bazıları ücretli yazılımlarla yaptığınız işleri bedavaya halletmenizi sağlayacak, bazıları da zaten ücretsiz olan yazılımlara güzel alternatifler sağlayacak. İşte başlıyoruz. İlk konuğumuz Pidgin.
Pidgin, çok fonksiyonlu bir anında mesajlaşma (im) yazılımı. Tamamen açık kaynaklı olan bu yazılım sayesinde aklınıza gelebilecek tüm anında mesajlaşma ağlarına (MSN, Yahoo, Icq, Aim gibi) bağlanabilirsiniz. Üstelik hem birden fazla protokolü aynı anda kullanabilirsiniz, hem de aynı protokol üzerinde birden fazla hesap ile ağa girebilirsiniz. Yani örnek vermem gerekirse, iki tane MSN hesabınız, birer tane de Yahoo ve Icq hesabınız varsa hepsine aynı anda bağlanabilirsiniz. Bilindiği üzere Microsoft Live Messenger aynı anda sadece bir hesapla bağlanmaya izin veriyor. Benim gibi iş için ayrı, kişisel kullanım için ayrı hesap kullanan biriyseniz Pidgin sizin için biçilmiş kaftan.
Pidgin'in bir diğer güzelliği de hızı ve düşük sistem kullanımı. Çok hızlı açılan Pidgin, çalışırken neredeyse farkedilmiyor. Zaten hafiflik aynı zamanda hızlı çalışmayı da sağlıyor, Pidgin eski bilgisayarlar ve netbooklarda bile sıkılmadan ve sıkmadan çalışıyor. Tabii her bakımdan Live Messenger veya Yahoo Messenger kadar güçlü değil. Şimdilik webcam üzerinden görüşme özelliği yok. Arayüzü şatafatlı değil, olabildiğince sade. Webcam desteği ve sesli görüşme ileriki versiyonlarda gelecekmiş, web sitesi bu özelliğin geliştirme aşamasında olduğunu söylüyor. Pek çok açık kaynaklı yazılım gibi Pidgin de eklenti desteğine sahip ve muhtelif eklentilerle işinize daha çok yarayan bir yazılım yaratmanız olası. Dünya çapında pek çok kullanıcısı bulunan Pidgin, kullanıcılarının istekleri doğrultusunda sık sık güncelleniyor. Bu yazıyı yazmama sebep olan 2.5.7 versiyonu da bazı bağlantı sorunlarının çözülmesi amacıyla yayınlanmış bir düzeltme sürümü aslında. Bir de Pidgin'in dosya alma - gönderme sistemi var ki dillere destan. Tüm gönderi ve alımları ayrı bir pencerede topluyor, (Firefox ta benzer bir yöntem kullanıyordu) böylece hem yönetmesi hem görmesidaha kolay oluyor.
Bu kadar methettikten sonra bir link vermezsem ayıp olur herhalde. Pidgin'in son sürümünü buradan indirebilirsiniz. Ben bu yazılımı tüm iş amaçlı yazışmalarımda kullanıyorum, ayrıca pratiklik konusunda örnek olması gereken bir dosya alma - gönderme sistemi var. Herkese öneririm, en azından bir kere deneyin derim. Ne de olsa açık kaynağa bir şans vermek lazım.
Konuşmak ayrı bir sanat
21 Haziran 2009 Pazar 17:14
Bugün shiftdelete.net isimli sitede gezerken benim kullandığım güç kaynağıyla ilgili bir video incelemesi gördüm. Güç kaynağıyla ilgili yorum yapmayacağım ama Ecevit Bıktım'la ilgili birşeyler söylemek istiyorum. Oldukça ilginç bir isme sahip olan bu arkadaşı bilgisayar ve teknolojiyle ilgilenenler yakından tanırlar. Ecevit Bıktım pek çok bilgisayar dergisinde donanım editörlüğü ve yazarlık yapmıştır, bu konunun duayen isimlerindendir. Bilgisine diyecek yok yani. Bilgisi iyi de, konuşma kabiliyeti hiç yokmuş Ecevit Bey'in. Ben buna da karşı değilim. Beceri yoktur, kamera karşısında konuşamaz. Peki bu sitenin ekibinde hiç mi konuşabilen kimse yok? Sonuçta birkaç dakikalık bir inceleme, önceden hazırlanmış metinden okunuyor. Hiç bilgisayardan anlamayan birisi de olsa, aynı metni okuduktan sonra sorun yok. Peki madem konuşamıyor, neden Ecevit Bıktım'da ısrar ediliyor? İncelemeyi beğendim ama Ecevit abimiz daha çok inceleme ve yazma kısmıyla ilgilense, yani iyi bildiği işi yapsa daha güzel olacak. Merak edenler incelemeyi buradan izleyebilirler.
Güç kaynağına gelirsek, ben geçen sene bunu korka korka almıştım. Hem güçlü bir güç kaynağı almak istiyordum, hem de servet ödemek istemiyordum. Piyasada 20$ civarına satılan telefon adaptöründen bozma güç kaynaklarına gıcık olduğumdan markalı birşey almaya karar verdim. Bir süre aradıktan sonra LC-Power markasını buldum. Çin malı ama kalitesi güzel. Diğer modellerini de bu model kadar tavsiye ederim. Sessiz ve kaliteli, fiyatı da makul seviyede. Tabii ki 100$ üzeri fiyatla satılan süper kalite güç kaynakları gibi değil ama, normal kullanıcının işini her türlü görür. Teknik detaylara girmiyorum zaten Ecevit abimiz videoda güzelce anlatmış. Ah bir de konuşabilse...
Yeni Intel Core serisi
19 Haziran 2009 Cuma 17:22
Core 2 Duo işlemcinizin ne dileği varsa yerine getirin. Yaz günü portakal isterse, kış günü karpuz isterse kırmayın, bulun alın yedirin. Üzmeyin onu, çünkü kendisi gidici. Bir ayağı çukurda. Intel Core i7'yi piyasaya sürdükten sonra Core i5 ve Core i3 ile ilgili bazı detayları da açıkladı. İsimlerinden de anlaşılacağı üzere Core i7 serisinin "light" modelleri olarak piyasaya sürülecek olan bu işlemciler daha çok ev kullanıcılarını hedefleyecek. Soket tipi olarak LGA-1156 kullanacak olan bu işlemciler şu anda piyasada satılmakta olan LGA-1366 soketli X58 chipset taşıyan anakartlarda çalışmayacak. Daha önce bu konuda yazdığım yazımda bunun Intel için bir dezavantaj olduğunu belirtmiştim. Kendi seçimleri tabii ki. Core i5 ve i3 işlemcilerinin yanında Intel evinde yüksek performans isteyen kullanıcılar için yeni soketi (LGA-1156) kullanan yeni Core i7 işlemciler üretecekmiş. Bu iyi bir haber, çünkü işlemci terfisinde anakart soketine takılmak pek hoş değil.
Peki Core i5 ile Core i3 arasında ne fark var? Saat hızları ve önbellekler farklı olacaktır, ama asıl fark "turbo" modunda olacak. Tüm işlemci çekirdekleri (artık 2 yetmediğinden 4 standart olacak) kullanılmadığı durumda gücü kullanılan çekirdeklere aktararak daha yüksek saat hızlarına çıkmaya yarayan turbo modu bana faydalı bir özellik gibi geldi. Bu durumda 4 çekirdek kullanılırken 3.20 GHz hızında çalışan işlemci çekirdeklerden yalnızca 2'sini kullanırken 3.46GHz hızına çıkacak. Tek çekirdeğin kullanıldığı durumlarda ise 3.60GHz gibi bir hızı göreceğiz. Bu da demek ki çekirdeklerin hepsini kullanamayan uygulamalarda performans kaybı azalacak. Bu özellik sadece Core i7 ve Core i5 te olacak, Core i3 bu nimetten mahrum kalacak.
Bize upgrade yolları gözüküyor. Başta söylediğim gibi, Core 2 Duo işlemcinize iyi bakın. Artık son günlerini yaşıyor...
Şöhret basamakları
18 Haziran 2009 Perşembe 22:25
Fame (Şöhret) geri dönüyor. Bir zamanların efsane filmi (ve tv dizisi) Fame'in yeni versiyonu çekilmekteymiş. Hatta bir de fragman yayınlamışlar. Bu dizi yayınlanırken ben küçüktüm, pek aklım ermiyordu. Ama Irene Cara'nın söylediği giriş şarkısını hatırlarım. Hatırlanmayacak gibi de değil hani. Dizinin açılış jeneriğini bu şarkı eşliğinde şurada izleyebilirsiniz. Yeni filmin fragmanını ise burada görebilirsiniz. Umarım filmi hip hop içine boğup sadece 2 kişinin ilişkisine bağlamazlar, yoksa çok basit olur. Herkese iyi seyirler.
Teknolojik ürünün lüksü olur mu?
18 Haziran 2009 Perşembe 22:26
Olmaz. Tabi bu kadar kısa kesecek değilim ama baştan söylüyorum işte. Olmaz. Elbette günümüzde teknolojik olmayan ürün yok gibi, ama safi teknolojiden oluşan bilgisayar (ve parçaları), cep telefonu, dijital fotoğraf makinesi gibi ürünlerden bahsediyorum ben. Bu ürünler teknolojiye öyle bağımlılar ki, çok hızlı eskiyorlar. Bugün en güçlü dijital SLR makineyi alın, 3 yıl sonra hurdaya çıkacaktır. En pahalı telefonlar bile 1-2 yıl içerisinde ayağa düşüyor. Hele bilgisayarların durumu daha da vahim.
Birkaç gün önce çeşitli internet sitelerinde Asus firmasının hazırladığı sayılı üretim ekran kartıyla ilgili haberleri görünce bu yazıyı yazmak geldi aklıma. Yanda gördüğünüz ekran kartı tamı tamına 1680$ fiyatla satışa sunulacakmış. Bu fiyatın yurtdışı fiyatı olduğunu hatırlatmak isterim. Eğer bu kart ülkemize gelirse (sadece 1000 adet üretilecekmiş, yani gelmeyebilir) bizim satıcıların ekstra karı ve muhtelif vergilerle 2000$ seviyesini aşar. Peki hepsi ne için? Oyunları diğer sıradan insanlardan "birazcık" daha hızlı oynamak için. Edindiğim bilgilere göre Nvidia GeForce GTX 295 işlemcisini kullanan bu kartın referans modellerden çok ta farkı yok. Zaten olamaz. Saat hızları biraz arttırılmış, soğutma sistemi güçlendirilmiş, biraz daha kaliteli parçalar kullanılmış o kadar. Neticede 2 sene sonra bu da ayağa düşecek, 200$'a satılan ekran kartları bundan daha az enerji tüketerek daha iyi performans verecek, hatta yeni teknolojileri (dx11 gibi) destekleyecek. Bunu alan kişi de eğer birazcık parasının değerini bilen biriyse bu kartı aldığı günü nefretle anacak.
Benzer durum Leica fotoğraf makinelerinde yaşanmıştı. Bilindiği üzerre Leica fotoğraf piyasasının lüks markasıdır, tüm ürünleri muadil modellerden (2 kat filan) daha pahalıdır. Bu durum klasik Leica kullanıcılarını hiç rahatsız etmedi, çünkü filmli makineler döneminde onlar bir Leica aldıklarında onu senelerce kullanıyorlar, hatta miras olarak çocuklarına bırakabiliyorlardı. Ne de olsa film teknolojisinde önemli olan filmdi, fotoğraf makinesinin teknolojisi çok şeyi değiştirmiyordu. Leica süper malzeme ve işçilik kalitesiyle kendisinden 20 sene sonra çıkan Nikon ve Canon'larla rekabet edebiliyordu. Sonra dijital çıktı ve mertlik bozuldu. 8000$ verip Leica dijital SLR'nin sadece gövdesini alan kişi 2 sene sonra kendisini aptal gibi hissediyordu çünkü çoluk çocuk ellerinde 200$'lık makinelerle onun servet değerindeki Leica'sından daha kaliteli resimler çekiyorlardı. İyi malzeme ve işçilik kalitesi, uzun ömür, havalı görünüm pek birşey ifade etmiyor dijital dünyada. Ne alırsanız alın çok hızlı eskiyor, sonra verdiğiniz paraya yanıyorsunuz.
Bunun benzeri durumlar hep karşımıza çıkıyor, Vertu (ve benzeri) telefonlar, havalı görünümlü, kuzey Avrupa ülkelerinden gelen TV'ler gibi pek çok örnek verilebilir bu konuda. Yazı yeterince uzun olduğu için bunlardan bahsetmeyeceğim. Kimsenin işine karışmak bana düşmez, ama harcayacak çok paranız varsa ve lüks tüketim meraklısıysanız paranızı saat, mücevher gibi modası kolay kolay geçmeyen, değerini koruyan şeylere yatırın. Elektronik ürünlere servet yatırmayın, teknolojinin lüksü olmuyor.
Çevir çevir bas, dergi diye sat
17 Haziran 2009 Çarşamba 22:30
Pc Magazine dergisi de birkaç ay önce kapanalı beri piyasada doğru düzgün bilgisayar dergisi kalmadı. Chip dergisini zaten saymıyorum, çünkü çok kötüler. PC Net idare eder. Bir de Pc World dergisi var. Boyutu küçülttüler, bir yerde iyi oldu. Neredeyse her ay bir hediye veriyorlar. Ufak tefek ama işe yarayan şeyler. Buraya kadar güzel de, çeviri olayını birazcık abartmışlar. Bu ay yaptıkları sabit disk testinde yorumlara "GB fiyatı uygun, tavsiye edilir" gibi şeyler eklemişler. Bu arkadaşlar İngiltere'deki Pc World dergisinde okuduklarını aynen çevirmişler, yorumlardaki İngiltere fiyatıyla ilgili cümleleri de silmemişler. Madem dergi çıkartıyorsunuz, kendinizden de birşeyler katın be kardeşim. Testi yapmadın, yapılmışı arakladın, bari yorumları kendin yap, Türkiye fiyatına göre kıyasla ürün performansını. Ayıpladım kendilerini.
Okumaya devam ettim, donanım kısmında bu ay sabit disklerle birlikte lcd monitörleri de incelemişler. Saymaya üşeneceğim kadar çok markanın istesem de sayamayacağım kadar çok modelinin bulunduğu lcd monitör piyasasında bula bula 5 tane ürün bulmuşlar test etmelik. Üstelik bu 5'in 2'si Benq. Tamam Benq fena marka değildir ama piyasanın hakimi de değil ki... Şöyle bir çeşit yapmak, en azından popüler markalardan birer ürün dahil etmek yok mu? Onlara göre yok. Zaten testin sponsoru Benq olmuş herhalde, çünkü hem editörün seçimi hem de fiyat/performans birincisi Benq olmuş. Bu kadar kayırmacılık olmaz. Bu piyasanın (ve diğer pek çok piyasanın) hakimi Samsung sadece 1 ürünle temsil edilmiş, o da pek puan alamamış. Lcd monitör teknolojisinin öncülerinden LG ise hepten yok. Herhalde o testi de bir Afrika ülkesinin Pc World dergisinden alıp çevirmişler. Gariban Afrikalılar 3-4 markaya mahkumsa oradaki dergi ne yapsın...
Olympus E-P1, tam bir SLR değil, ama kompakt ta değil...
16 Haziran 2009 Salı 23:13
Olympus firması geçen sene bu teknolojiyi duyurduğunda ben sevinenlerden olmuştum. Evet ben de bir SLR kullanıcısıyım ama bazen profesyonel fotoğraf makinelerinde bir reformun gerektiğini düşünüyorum. Senelerdir aynı şekil, aynı sistem. Sadece film gitti dijital geldi, eskiden film makarasının olduğu yerde şimdi sensör var. Aynı ayna sistemi, aynı prizmalı vizör. Teknolojinin bu kadar hızlı geliştiği bir devirde fotoğraf makineleri nedense pek gelişemiyor. Şimdi hepiniz "nasıl gelişemiyor, şu kadar megapiksel, saniyede bu kadar kare çekim var" filan diyebilirsiniz. Bu gelişme tek taraflı. Hala bir SLR'yi taşımak için kocaman bir çantaya ihtiyacınız var. Kompakt makineler ise yetersiz. Hala zoom lenslerde geometri bozuklukları oluşuyor. Hala yüksek iso değeri kullanırken görüntü kumlanıyor. Gelişme gerçekten olsaydı bu sorunlara çare bulunurdu.
Profesyonel fotoğraf piyasasının küçüklerinden Olympus arkasına Panasonic'in (ve dolayısıyla Leica'nın) desteğini de alarak Bu sorunların en azından birisi için bir çözüm sunuyor. Resimde gördüğünüz fotoğraf makinesi bir kompakt makine büyüklüğünde ama lensi değişebiliyor. İstenirse adaptör vasıtasıyla eski Olympus lenslerini kullanabiliyor.
Bu sistemin ilk örneğini Panasonic'in G1 isimli modelinde görmüştük ama o biraz daha iriydi. Resimde de gördüğünüz gibi Olympus E-P1 ufak bir SLR'nin bile yarısı kadar yer kaplıyor. Ayna - prizma sistemi iptal edilmiş, artık sadece lens ve sensör var. Yani tam olarak SLR ile kompaktın melezi.
Bu makinenin performansı hakkında şu anda kimsenin bilgisi yok. Örnek fotoğraflar piyasada dolaşıyor ama test sitelerinde herhangi bir performans ölçümü yapılmamış. Umarım ben onu bu kadar övdükten sonra o da beni utandırmaz ve en azından 1000$ altı giriş seviyesi SLR'ler ile boy ölçüşecek bir performans ortaya koyar. Göreyim seni Olympus!
Yaşlı erkeklerin vesikalı yari
15 Haziran 2009 Pazartesi 11:39
Geçen hafta televizyonda sabah haberlerini izlerken çok korkunç birşey gördüm. Verecek haber bulamayan kanal, süre doldurmak için yollamış muhabirleri Bağdat Caddesi'ne, insanlara (özellikle de genç kızlara) "genç sevgili yaşlı erkeğin ömrünü uzatır mı?" sorusunu yöneltiyorlar. Herkes dolambaçlı cevaplar veriyor. Aralarında bir tek kız doğrudan cevap verdi: yaşlı erkekle birlikte olurum ama maddi durumunun iyi olması gerekir. Yani bu kızcağız diyor ki bende her tür hizmet mevcut, yeter ki ücretini ödeyin. Eğer "ben yaşlı erkekle birlikte olmam, bana uymaz" deseydi gözümde yücelecekti. Şimdi tam tersine ben ona fahişe gözüyle bakıyorum. Bir insan hiç istemediği birşeyi para karşılığı yapar mı? Hele bu istemediği şey cinsellik ve beraberlikle ilgiliyse? Bunu yapana ne denir? Demek ki bu kızın hiç bir değeri veya tercihi yok, uygun bir ücret karşılığında herkes için herşeyi yapar. Arada aşk, sevgi, tutku filan olmasına gerek yok. Banknotlar bizi birbirimize bağlar diyor kendisi. Zaten anladığım kadarıyla başvurusunu yapmış, vesikasını bugün - yarın alacakmış. Hayırlı olsun.
Beni korkuya düşüren bu kızcağız değil tabii ki. Ben onun gibilerin çoğalmakta olmasından korkuyorum. İnsanlar artık öyle maddiyatçı oldular ki işin içinde para olduktan sonra ne değerleri kalıyor ne prensipleri. Tüm tercihlerinden vazgeçip paranın esiri oluyorlar. Sevdiğim arkadaşım Hüseyin Kotaman'ın da dediği gibi, para eğer mutluluk getirseydi ABD kanalizasyonlarında yaşayan kurbağaların vücutlarında prozac bulunmazdı. Paranın yokluğu sıkıntı getirir ama varlığı da mutluluk getirmez. Siz siz olun prensiplerinizden asla vazgeçmeyin.
12 Temmuz 2009 Pazar
uyanığızdır
Etiketler:
Alpler,
antioksidan,
bilgisayar,
Büyük İskender,
Cilt Bakımı,
Coğrafya,
eğlence,
eleştiri,
forex piyasaları,
Gladyatör,
Güzel,
Tayland,
yanardağ
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder