29 Aralık 2009 Salı

Kriz ve 2010


»
1 Ekim2009 , Capital
Başkan’ı Korkutan Riskler

“Bütçe disiplinindeki bozulma, geleceğe ilişkin belirsizlikler ve kamu borcunun sürdürülebilirliğine ilişkin tereddütler…” Türkiye’nin en önemli sivil toplum kuruluşunun başkanı Arzuhan Doğan Yalçındağ, ekonomiyle ilgili endişelerini bu sözlerle anlatıyor. Orta Vadeli Program’ın ve mali kuralın bir an önce sıkı biçimde uygulanması gerektiğini söylüyor. Yalçındağ, “Yılın ikinci çeyreğinde ekonomide başlayan toparlanma eğiminin devam ettirilmesinin kolay olmadığı görülmektedir” diye konuşuyor. Makroekonomik öngörülebilirlik ve kamu mali disiplinin tesis edilmesi durumunda Türkiye’nin düşük faiz ve düşük enflasyon oranlarının yarattığı fırsatlardan yararlanabileceğini düşünüyor.

TÜSİAD, 600 yaklaşan üyesiyle iş dünyasını temsil eden önemli sivil toplum kuruluşlarından biri. Bu nedenle açıklamaları, endişeleri, uyarıları hükümetler ve iş dünyası tarafından dikkatle izleniyor. İki dönemdir başkanlık görevini sürdüren Arzuhan Doğan Yalçındağ, açıklamalarıyla TÜSİAD üyelerinin görüşlerine tercümanlık yapıyor. Hem ekonominin gidişatını öğrenmek hem TÜSİAD üyelerinden gelen sinyalleri değerlendirmek hem de bu büyük kuruluşun üyelerini endişelendiren risk unsurlarının neler olduğunu anlamak için başkan Arzuhan Doğan Yalçındağ ile bir araya geldik.

hedYalçındağ, güven için ister IMF’le ister IMF’siz Orta Vadeli Program’ın ve mali kuralın bir an önce sıkı biçimde uygulanması gerektiğini söylüyor. Ona göre aksi halde krizden güçlü bir çıkış yapmak zor. Kamu bütçesindeki hızlı bozulmanın sürdürülebilirlik endişelerine yol açtığını söyleyen Yalçındağ, “Öyle ki bütçe performansının bu şekilde gitmesi durumunda, faizler üzerinde yukarı yönlü bir baskı oluşmasını kayda değer bir ihtimal olarak görüyoruz. Bu da yıllar sonra yakalamış olduğumuz düşük reel faiz ortamını koruyamayacağımız anlamına gelmektedir” diye endişelerini dile getiriyor. Ayrıca Merkez Bankası’nın uyguladığı gevşek para politikasının, sıkı bir maliye politikası ve çeşitli yapısal reformlarla desteklenmemesi durumunda enflasyonun da bir risk olarak ortaya çıkacağını düşünüyor. “Merkez Bankası, enflasyonda yükselmeye riskinin ortaya çıkması durumunda faizleri artırma yoluna gidecektir. Bu da kısa dönemde TL’nin değerlenmesi ve küresel krizin etkilerinin azalması, sonrasında ihracat olanaklarının azalması ve cari açık probleminin tekrar ortaya çıkması gibi sonuçlar doğurabilecektir” diye konuşuyor.

TÜSİAD Başkanı Arzuhan Doğan Yalçındağ, kendilerini tedirgin eden unsurları, risk faktörü olarak değerlendirdikleri konuları ve ekonomiye bakışını Capital’e değerlendirdi. Yalçındağ’ın sorularımıza verdiği yanıtlar şöyle:

*Türkiye’de iki cephe var: Cephelerden biri, IMF ile anlaşmanın yapılması gerektiğini savunuyor. Diğeri ise Türkiye’nin IMF’e ihtiyacı olmadığını söylüyor. Türkiye’nin IMF’e ihtiyacı var mı? Neden Türkiye’nin IMF ile anlaşmaya ihtiyacı var?
Türkiye ekonomisi, 2002-2006 döneminde yıllık ortalama yüzde 7,2 oranında büyüyerek refah düzeyini artırabildi. Küresel çaptaki olumlu hava dışında bu başarının en temel nedeni, güvenilir ve gerçekçi ekonomik programın varlığı ve uygulanmasıydı. Bu programın, AB üyelik süreci çerçevesinde ve IMF ile birlikte yürütülmesi, programa ayrı bir güven unsuru katıyordu. Özel sektör yatırımlarının, aynı dönemde yıllık ortalama yüzde 20’nin üzerinde büyümesi ise bu programa olan güvenin bir yansımasıydı.

Bu programın süresi dolarken yeni ekonomik paketin hazırlanmaması, özel sektör yatırımlarını olumsuz etkiledi. 2007 yılında yüzde 5,3’e gerileyen özel sektör yatırımlarının büyümesi, 2008 yılında küresel krizin etkisiyle de yüzde 7,3 oranında azaldı. Genel olarak da 2009’un ilk çeyreğinde yaşanan yüzde 13,8 oranındaki daralma, sadece küresel krizle açıklanamaz. Bu çapta küçülmenin arkasındaki önemli nedenlerden birisi ise hükümetin ekonomik programı zamanında açıklamaması olmuştur. Bu nedenle IMF anlaşması yapılsın yapılmasın, Orta Vadeli Program’ın ve mali kuralın sıkı biçimde gerekiyor. İster IMF’le ister IMF’siz uygulanacak olan ekonomik programın, Türk özel sektör, dernek ve kuruluşlarının onayını kazanması programa güveni sağlayabilir. Aksi halde krizden çıkışın güçlü olmayacağı açıktır.

*Bazıları güven için bile IMF ile anlaşılması gerektiğini düşünüyor. Mesele sadece kredibilite meselesi midir?
IMF anlaşmasını tek başına kredibilite meselesine indirgemek de doğru değildir. Unutmayalım ki küresel krizle birlikte uluslararası piyasalarda halen devam eden çok ciddi bir likidite sorunu yaşanıyor. IMF anlaşmasının içereceği ucuz finansman imkanı da böyle bir ortamda çok önemlidir. IMF anlaşması, böyle bir ortamda kontrollü bir daralmayı sağlayabilecek bir araç…

Bugünden geçmişe bakarak, dış finansmanda sorun yaşanmamış olmasından yola çıkarak Türkiye’nin, IMF’ye finansman açısından ihtiyacının olmadığı biçiminde yorumlanması da doğru değildir. Çünkü bu dönemde, finansman sorununu hafifleten, ülkeye girmiş olan ve kaynağı belli olmayan 16 milyar dolar civarındaki paradır. Bu giriş, doğal olarak öngörülememiş ve finansman ihtiyacı için de IMF anlaşmasına ihtiyaç duyulmuştur.

hed*2009’un ilk yarısını Türkiye olarak nasıl geçirdik? Piyasalardan, üyelerinizden nasıl bilgiler ve sinyaller geliyor?
2009 yılının ilk çeyreğinde, ekonominin yüzde 13,8 gibi ekonominin temellerinin gerektirdiğinden daha şiddetli daralmış olmasının nedeni, geleceğe ışık tutan, güvenilir ve bütüncül bir program çerçevesinin ortaya konulamamış olmasıdır. Özel sektör, daralan iç ve dış talep karşısında üretimi keserek stok eritme yoluna gitmiştir. Mart ayında getirilen KDV ve ÖTV indirimleri, iç talebi canlandırmakta etkili olmuş ve stoklar mevsim normallerinin altına inmiştir. Stoklardaki bu erimenin bir miktar üretim getirmesi normaldir. Ancak indirimlerle öne çekilmiş olan talep, indirimler bittikten sonra artmaya devam etmeyebilir. Bu durumda üretimde görülen kıpırdanma devam etmez ve stoklar normal seviyesine ulaştıktan sonra üretim yeniden yavaşlayabilir.

Ekonomi politikasında çerçeve eksikliğinin giderilememesi de büyümeye geçişi yavaşlatacaktır. Nitekim son birkaç aydır beklentilerdeki iyileşme sürecinde aksama ortaya çıkmaktadır. Merkez Bankası Reel Sektör Güven Endeks anketlerine göre aralık ayında dibi gören endeks, 5 ay boyunca istikrarlı bir şekilde artarak temmuz ayında 100 seviyesini aştıktan sonra ağustos ayında 98,5’e gerilemiştir.

Şubat ayı ardından yükselişe geçen kapasite kullanım oranı da haziran ayında yüzde 72,7 düzeyine ulaşmış, ancak temmuz ayında 0,4 puan gerileyerek 72,3’e inmiştir. TÜİK tarafından yeni yayınlanmaya başlanan, mevsimsellikten ve takvim etkisinden arındırılmış sanayi üretim endeksi, 2008 Nisan ayından itibaren önceki aya göre istikrarlı bir şekilde azaldıktan sonra nisan ve mayıs aylarında artış göstermiş, ancak bu eğilim devamlı olamamış ve endeks haziran ayında yeniden azalmıştır.

Üyelerimiz arasında yaptığımız çalışmalar da benzeri bir sonuç vermektedir. Yılın ikinci çeyreğinde ekonomide başlayan toparlanma eğiminin devam ettirilmesinin kolay olmadığı görülmektedir.

*Gelen sinyaller arasında sizi en umutlandıran göstergeler hangileri?
Dünya ekonomisine ilişkin göstergeler, küresel bir çöküşün önlendiğine işaret etmektedir. Dünya ekonomilerinden gelen piyasa, üretim, ticaret, istihdam, reel kesim ve tüketici güven endeksleri genel bir iyileşmeye işaret etmektedir. Beklentilerden daha olumlu gelen veriler, toparlanmanın düşünülenden daha iyi olabileceği biçiminde algılanmaktadır. Asya ülkelerinde, ekonomiyi uyarıcı önlemler sayesinde hızlı bir toparlanma görülmektedir. Çin’de büyüme hızı, ilk çeyrekteki yüzde 6,1’in ardından ikinci çeyrekte yüzde 8’e yükselmiştir. Bu büyüme, Asya bölgesindeki diğer ülke ekonomileri üzerinde de olumlu etkiler yaratmaktadır. Faiz oranlarının tek haneli seviyelere inmiş olması ve enflasyonun da yüzde 5,4’e gerilemiş olması, son derece sevindiricidir. Makroekonomik öngörülebilirlik ve kamu mali disiplinin tesis edilmesi durumunda, Türkiye düşük faiz ve düşük enflasyon oranlarının yarattığı fırsatlardan yararlanabilir.

*İş dünyasının iyimser olduğunu, aynı zamanda çok da çabuk tedirgin olduğunu söylemiştiniz. Bugün Türkiye ekonomisine baktığımızda, iş dünyasını en çok tedirgin eden unsurlar nelerdir?
Öncelikli olarak kamu bütçesindeki hızlı bozulma, sürdürülebilirlik endişelerine yol açmaktadır. Öyle ki bütçe performansının bu şekilde gitmesi durumunda, faizler üzerinde yukarı yönlü bir baskı oluşmasını kayda değer bir ihtimal olarak görüyoruz. Bu da yıllar sonra yakalamış olduğumuz düşük reel faiz ortamını koruyamayacağımız anlamına gelmektedir.

Temmuz ayında hükümetin almış olduğu gelir artırıcı kararlar, bozulan bütçe dengelerinin ileride toparlanması konusundaki iradesinin bir göstergesi olarak algılanabilir. Bununla birlikte, bütçe disiplininin korunması için en doğru yöntemin gelir artırıcı önlemler olduğu konusunda tereddütlerimiz var. Piyasaların mayıs ayından beri beklemekte olduğu Orta Vadeli Mali Çerçeve’nin ve Orta Vadeli Program’ın uzun süre açıklanmamış olması, izlenmekte olan maliye politikasını, piyasa oyuncuları açısından tam bir bilinmezliğe sokmaktadır. Bu bilinmezlik, daha önce KDV ve ÖTV oranları indirilerek maliye politikası gevşetilirken de geçerlidir, sonra artırılıp maliye politikası sıkılaştırılırken de... Ne mart-nisan aylarında teşvik tedbirleri getirilirken bu önlemlerin bütçe üzerindeki yükü ve sonradan bu durumun nasıl telafi edileceğini biliyorduk ne de şimdi yapılan zamların başka ilave önlemlerle desteklenip desteklenmeyeceğini ve bütçe açığının gelecek yıllarda nasıl toparlanacağını biliyoruz. Bu da maliye politikasının ekonomiyi canlandırmak ve mali disiplini korumak yönünde verdiği sinyallerin gücünü azaltmaktadır. Açıklanmış olan Orta Vadeli Program, geleceğe ilişkin belirsizlikleri azaltmış olsa da, bütçe disiplinindeki bozulmanın kontrol altına alınması ve kamu borcunun sürdürülebilirliğine ilişkin tereddütleri tam olarak giderememiştir.

Bütçe disiplinindeki bozulma, geleceğe ilişkin belirsizlikler ve kamu borcunun sürdürülebilirliğine ilişkin tereddütler, para politikasının önemini artırmaktadır. Bozulan bütçe dengelerinin iç borçlanmayla finanse edilecek olması, Merkez Bankası’nın son enflasyon raporunda açıklamış olduğu gelecek üç yıllık dönem için tek haneli faiz oranları hedefini riske sokmaktadır.

*Siz bugün için Türkiye’nin önündeki en büyük risk olarak neyi görüyorsunuz?
Önümüzdeki dönemde Merkez Bankası’nın uyguladığı gevşek para politikasının, sıkı bir maliye politikası ve çeşitli yapısal reformlarla desteklenmemesi durumunda ortaya çıkacak bir başka risk alanı da enflasyonun tekrar yükselişe geçmesidir. Enflasyonla mücadelede tarihi bir eşiği geçen Türkiye’nin, enflasyonun yeniden yükselmesine müsaade etmemesi gerekmektedir. Merkez Bankası, enflasyonda yükselmeye riskinin ortaya çıkması durumunda faizleri artırma yoluna gidecektir. Bu da kısa dönemde TL’nin değerlenmesi ve küresel krizin etkilerinin azalması sonrasında ihracat olanaklarının azalması ve cari açık probleminin tekrar ortaya çıkması gibi sonuçlar doğurabilecektir.

Maliye politikasının ekonominin öngörülebilirliği açısından taşıdığı önemi, belki de en iyi bilen ülke Türkiye’dir. 2001 krizi sonrasında bütçe disiplini ve iç borçları sistematik olarak azaltan program sayesinde elde edilmiş bir istikrar ve bu istikrarın getirdiği yüksek büyüme hızları varken şimdi göz göre göre tüm bu kazanımların ortadan kalkmasına seyirci kalınmaması gerekir. Bu nedenle harcama disiplinin korunarak, bütçe açıklarının kontrolsüz artışının önüne geçilmelidir.

“Ülkeler Arası Rekabet Yoğunlaşacak”
*Türkiye ekonomisinin üretimden uzaklaşarak, ithalatla büyüme, sıcak para ve borç öteleme üçlüsüyle pembe bir mutluluk tablosu çizdiğini düşünenler de var. Gerçekten Türkiye, üretimden sanayiden uzaklaşıyor mu? Böyle bir sanal mutluluktan bahsetmek mümkün mü?

Kriz sonrasında küresel ekonominin, önceki döneme kıyasla önemli farklılıklar göstermesi beklenmektedir. Özellikle bu krizle birlikte keskin şekilde azalan dış finansmanın, önümüzdeki dönemde kriz öncesi seviyelere dönmesi beklenmemektedir. Kriz sonrasında dünya rekabetinin çok daha keskinleşmesi öngörülmektedir. Özellikle dış talebin daraldığı bir ortamda, ülkeler arasında rekabet yarışı çok yoğunlaşacaktır. Bu yarışta, Türkiye’nin eskiden olduğu gibi Asya’dan ithal ettiği ürünlere son derece sınırlı bir katma değer ilavesiyle Avrupa’ya ihraç etmesine dayalı modelin devam etmesini beklememiz mümkün değil. Türkiye’nin kriz sonrası dünya düzenine hazır hale gelebilmesi için ciddi bir reform atılımına ihtiyacı bulunmaktadır.

Hangi Kalemin Hızlı Artması Şüphe Uyandırıyor?

İç Tasarruf
Küresel ekonominin geleceğinde, geçmişte olduğu gibi sıcak parayla finanse edilen büyüme hızlarının olmayacağını düşünüyorum. Bu nedenle Türkiye, kendi iç tasarruflarına önem vermek durumunda olacaktır. Kısa vadede ulaşılması zor olan iç tasarruf artışlarını, uzun vadede sağlayacak reformları şimdiden tasarlamakta ve uygulamaya başlamakta fayda vardır. Değişen dünya gerçeklerini dikkate alarak ciddiyetle hazırlanmış kapsamlı bir program, kriz sonrası dünyasına Türkiye’yi hazırlayacaktır. Böyle bir program, piyasalara güven vererek krizi daha kısa sürede atlatmamıza da imkan sağlayacaktır.

Bilinmeyen Para
Dış finansman ve yabancı yatırımlar açısından sorunlu gördüğümüz bir başka alan da kaynağı bir türlü ikna edici bir biçimde açıklanamayan net hata ve noksan kalemidir. 2008 Ağustos’undan 2009 Haziran ayına kadar olan dönemde, kümülatif net hata ve noksan kalemi, 16 milyar dolar gibi yüksek bir miktarda ülkeye kaynağı açıklanamayan bir sermaye girişi olduğunu göstermektedir. Kriz sürecinde bu kalemin hızla artması, kayıt dışılık ve kara para aklama faaliyetleri gibi şüpheleri doğurmaktadır.

Yabancı Anlamaz
Bu miktarda para girişinin kaynağının belli olmaması, ekonomide vergi idaresinin ve bankacılık sisteminin devre dışı bırakıldığı yorumlarına yol açmaktadır. Ama her halükarda bu rakamın sürdürülebilirliğinin olmadığı aşikardır. Özellikle yabancı yatırımcılarla görüşmelerde sorunlara neden olan açıklanamayan para girişleri, dış finansmanın zorlaştığı dönemde önem kazanmaktadır. Net hata ve noksan kaleminin bileşenlerinin kamuoyuyla bir an önce paylaşılması, şeffaflık konusunda soruları giderilmesinde ve yatırımcılar nezdinde güvenin tesis edilmesinde yardımcı olacaktır.

2010 Nasıl Geçecek?

Güveni Sarsıyor
Yeni ve güvenilir bir ekonomik politika, içinde bulunduğumuz krizden en az zararla çıkmamızın hala en temel belirleyicisidir. Orta Vadeli Program’ın ancak eylül ortasında açıklanmış olması belirsizliğin uzun sürmesine yol açmış ve ekonomideki güveni önemli ölçüde sarsmıştır. Kapsamlı ekonomik politika eksikliği, düzelmekte olan beklentilerin son birkaç aydır bozulmaya başlamasına yol açmıştır. Bu da 2010’a ilişkin büyüme perspektiflerini olumsuz etkilemektedir.

Sıkıntının Unsurları
KDV ve ÖTV indirimleri yoluyla elde edilmiş olan iç talepteki canlanmanın, teşvikler bittikten sonra nasıl devam edeceği bilinmemektedir. İşsizliğin boyutu, ücretler üzerinde oluşmuş olan baskı, iç talepte kuvvetli bir canlanmayı önleyecektir. Reel faizlerin çok düşük olması, bir fırsat yaratmakla birlikte bu fırsatın kullanılması için kredi mekanizmalarının harekete geçmesi gerekmektedir. Halen tüketici ve ticari krediler, kriz öncesi seviyelere oranla zayıf seyirlerini sürdürmektedirler.

Geçmişe Dönülemeyecek
Orta Vadeli Program, 2012 yılından önce geçmişin yüksek büyüme hızlarına dönülemeyeceğini göstermektedir. Enflasyon konusunda bir sorun bulunmamakla birlikte kur ve faiz oranlarında meydana gelebilecek hareketler, bir istikrarsızlık kaynağı olabilecektir. Bu gibi temel parametrelerin daha rahat öngörülebilir olması, kamu açıklarının finansman yönteminin öngörülebilir olmasına bağlıdır.

Neler Yapılmalı?
Bütçe gelirleri ve harcamalarının gerçekçi 2009, 2010 ve 2011 büyüme rakamlarına dayandırılması, 2009’un ilk 2 ayında dolan yıllık bütçe açığının revize edilmesi, kriz süresince oluşacak bütçe açığının önümüzdeki senelere yayılacak şekilde şeffaf finansman kaynaklarının belirtilmesi, kriz önlem paketlerinin kısa vadeli olmak yerine uzun dönemli olmasının sağlanması gerekmektedir. Özellikle kriz süresince sürpriz vergi indirimi ve teşvikleri yerine uzun dönemi kapsayacak şekilde tahmin edilebilir bir önlem paketi, belirsizlikleri azaltmak açısından önem taşımaktadır.

Finansman Darlığı
Uzun vadeli perspektifte ise yeni ekonomik program, değişen dünya gerçeklerini dikkate alarak cari açığa çözüm getirecek şekilde hazırlanmalıdır. Bu krizle birlikte keskin şekilde azalan dış finansmanın bundan sonraki dönemlerde çok kısıtlı olacağı artık bir gerçektir. Kısa vadede ulaşılması zor olan tasarruf artışlarını uzun vadede sağlayacak reformları, şimdiden programa koymakta ve uygulanmasına başlamakta fayda vardır.

Erdoğan: 2001 krizi Türkiye'nin kötü yönetilmesinin bu kriz dünyanın kötü yönetilmesinin bir sonucu.' 2001'de ithal projeler vardı. Biz krizi kendimiz yönetiyoruz. Yine söylüyorum teğet geçiyor, teğet...' dedi

ANKARA - Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ekonomik krizin sembolü haline gelen cümlesi ‘kriz teğet geçiyor’u dün TBMM’de, 2010 Yılı Merkezi Yönetim Bütçesi Kanun Tasarısı’nın tümü üzerindeki eleştirileri yanıtlarken yine söyledi.
Erdoğan, “2001 krizi Türkiye’nin böyle kötü yönetilmesinin bir sonucuydu, 2009’da yaşadığımız mali kriz ise dünyanın kötü yönetilmesinin bir sonucudur.” 2001 krizinde ithal projelerle ülkenin kurtarılmaya çalışıldığını ifade eden Erdoğan, “Biz ise kendimiz yönetiyoruz ve yine söylüyorum teğet geçiyor, teğet...” dedi.

IMF’ye evet demiyoruz
Erdoğan, konuşmasına şöyle devam etti: “2001’de IMF’nin politikalarıyla Türkiye’yi krizden çıkarmaya çalıştınız. Kendi milli politikanızı uygulamadınız. Çünkü, yoktu. Milletimizin hassasiyetlerini koruyamadınız. İki yıldır biz, IMF ile bu noktada evet demedik. Ve 23.5 milyar dolar borçla devraldık IMF’den ödedik, ödedik, şu anda 8.5 milyar dolar borcumuz var. Biz masaya adam gibi otururuz, adam... Muhalefet borçlandı biz ödedik.”

İşsizlik maalesef yüzde 13.8
Başbakan Erdoğan, bugün tüm dünyanın, tarihin en büyük ekonomik krizlerinden birini, yaşadığını ve yaşamaya devam ettiğini söyledi. Dünya ticaret hacminin, bu yıl yüzde 11.9 oranında küçüleceğinin tahmin edildiğini kaydeden Erdoğan, krizle birlikte sadece Türkiye’de değil, bütün dünyada işsizlikte bir artış yaşandığını bildirdi. Erdoğan, “ABD’yi, Japonya’yı, İspanya’yı, İtalya’yı, Almanya’yı hepsini görün.
Doğru, bizde de bir artış var, biz geldiğimizde işsizlik 10.7 idi. Şu anda da maalesef 13.7-13.8. Onların anlattığı gibi çok büyük bir konumda değiliz. Açarsınız kitapçığı, orada detaylı rakamlar var. Büyüme oranına ve işsizliğe baktığınız zaman ABD’de de bu oranın çok daha fazla arttığını ve patladığını görürsünüz” dedi.

Özyürek’e ‘sen bilirsin’ dedi
CHP sıralarından laf atılması üzerine Erdoğan, “Aç bak, bizim dağıttığımıza bak” dedi. OECD ülkeleri arasındaki ortalama işsizlik artış oranının yüzde 39, Türkiye’de ise yüzde 36 olduğunu belirten Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, dünyada şu anda, 1.2 milyar kişinin günlük harcamasının 1.25 doların altında olduğunu söyledi. Erdoğan, “Bu rakam, dikkat ediniz, dünya nüfusunun yüzde 21.3” dedi. Erdoğan, Türkiye’nin yoksullukla mücadelede de başarılı bir grafik izlediğini belirterek, 2002’de günlük harcaması 2.15 doların altında olanların oranı yüzde 3 iken, 2008’de bu oranın binde 5’e kadar düştüğünü kaydetti. Erdoğan, kendisine laf atan CHP İstanbul Milletvekili ve Sözcüsü Mustafa Özyürek’e, “Mustafa bey, sen bunları bilirsin aslında. Biliyorsun da bunları söylemiyorsun, bunlara şöyle bir bak. Biz göreve geldiğimiz zaman, Gayri Safi Yurt İçi Hasılaya borç oranı neydi, şimdi ne? Buna bir bakarsan o zaman gerçeği görürsün, şu anda da iyi bir konumdayız” yanıtını verdi. Erdoğan özetle şunları söyledi:
Türkiye yıldızı parlayan bölgesel bir güç: Türkiye, içine kapanan, kendi sorunlarıyla bile baş edemeyen bir konumundan kurtularak yıldızı parlayan bir bölgesel güç oldu. Türkiye, her alanda tarihinde görülmemiş gelişmelere imza atıyor, rekorlar kırıyor, küresel ve bölgesel roller üstleniyor, takdirle adından bahsedilen bir ülke konumuna geliyor. Biz burada bütün değerlendirmeleri yaparken, ebediyete intikal etmiş büyüklerimizin gerçekleştirdiği rakamlardan öte onları hedef olarak alalım ama biz kendimiz yaşıyoruz. Bu hayatı yaşayanlar olarak bu hesabı biz vereceğiz, biz... Biz ne yaptık? Siz ne yaptınız Sayın Baykal, siz ne yaptınız Sayın Bahçeli? Bunu söyleyin...
TL cinsi iskontolu borçlanma faizine bak: Biz geldiğimizde, 2002 yılının sonunda, TL cinsi iskontolu borçlanma senedi için, lütfen dikkat ediniz, tam yüzde 62.7 oranında faiz ödeniyordu. Reel olarak Türkiye’nin ödediği faiz, 200’de yüzde 28 seviyesindeydi. Bu ülkenin varlıklarının, bu ülkenin gelirlerinin, kaynaklarının, enerjisinin, kazançlarının yüzde 62.7’si, evet, ürettiğimiz her yüz liralık değerin 62.7 lirası faiz olarak uçup gidiyordu. İktidarda kim vardı? MHP-DSP-ANAP... İşverenlerin, sanayicilerin, esnafın, çiftçi kardeşimin, işçi, memur kardeşimin kazancı, alınteri, emeği, ekmeği, sofrasındaki yemeği, faiz olarak borç verenlere aktarılıyordu. 7 yılda bu oranı kademe kademe düşürdük ve bu yıl içinde, küresel kriz ortamına rağmen yüzde 7 gibi rekor bir seviyeye kadar çektik. En son, cuma günü itibarıyla söylüyorum, bu faiz oranı son işlemde yüzde 9.12 olarak gerçekleşti. Reel faizler ise yüzde 2.5’e kadar geriledi.
Bu para kurda kuşa değil milletime kalıyor: Enflsayonu yüzde 30’la devraldık, şu anda enflasyon yüzde 5.5. Aradaki fark ortada. Uzaydan birileri kulağıma söylemiyor, işte resmi rakam. Yüzde 30’la aldık, şu anda 5.5. Sizlerin de içinde bulunduğu koalisyon dönemlerine bakın, üç haneli rakamı bile bu ülke enflasyonda gördü, üç haneli... Reel faizi de aynı dönemde 25.3 puan indirdik. Şimdi bu para benim kimin cebinde kalıyor? Benim milletimin cebinde kalıyor. Şimdi artık bu para, kurda kuşa değil, benim milletimin sofrasına gidiyor. Bu aradaki fark, benim ülkemin kalkınmasına, ilerlemesine, büyümesine harcanıyor.
Risk alamayan ülkeler ekonomide geri kalır: Çatışmalarla, terörle, gerilimle, umutsuzlukla gündemde kalan, meselelerine cesaretle el atamayan, sorunlarının çözümü için samimiyetle, kararlılıkla risk almayan, alamayan bir ülke, her alanda olduğu gibi ekonomide de geri kalmaya, yerinde saymaya mahkumdur.
Risk primi düştü: 2002 yılında Türkiye’nin risk primi yüzde 7 iken, bugün risk primimiz yüzde 2’ye indi. Tek başına şu faiz oranındaki, risk primindeki düşüş bile, Türkiye’nin sadece ekonomide değil, diplomaside, demokratikleşmede ulaştığı noktanın; elde ettiği saygınlığın, itibarın, ağırlığın en somut, en bariz göstergesidir.
Klavuzunuzu iyi seçin yoksa batarsınız: Krizde ABD’de 158 banka battı. Türkiye’de tek bir banka batmadı. Çünkü güçlü bankacılığı bu ikitdar oluşturdu. (Radikal)

‘Milliyetçi, milleti soyanlara nasıl seyirci kalır’
Erdoğan, 9 bankanın 20 Şubat 2001’de Merkez Bankası’ndan mesai saatinin bitiminden sonra 4 milyar 163 milyon dolar alım yaptığını hatırlatarak, “Bizi, ülkeyi satmakla, ihanetle, hıyanetle suçlayanlara buradan sesleniyorum: İhanet, hıyanet diyorsunuz, peki bu nedir?” diye sordu. Erdoğan, 20 Şubat 2001 günü iktidarda MHP-DSP-ANAP koalisyonunun bulunduğunu hatırlatarak, şunları söyledi: “Adeta Merkez Bankası’na bir enjektör dayandı ve bu milletin kaynakları, kazançları, alın teri maalesef çekildi. O zaman tabii Sayın Bahçeli, Başbakan Yardımcısı idi, Hükümeti oluşturan koalisyonun ortağıydı. Hesap sordunuz mu, gereğini yaptınız mı? Sonuç; o zamanın banka başındaki Rahşan affına girdi. Teftiş kurulları da ne yazık ki bununla ilgili ’uygulamalar yasalara uygundur’ dedi ve bunlar geçiştirildi. Ben o günün neticesini veriyorum sizlere. ’Kazanca el konulabilirdi’ ifadesi... Buyurun herşey ortada. Belgeleriyle vs. ortada. Türkiye’ye bu reva mıydı? Bu aziz millete bu reva mıydı? Bizi, ülkeyi satmakla, ihanetle, hıyanetle suçlayanlara buradan sesleniyorum: İhanet, hıyanet diyorsunuz, peki bu nedir? Milliyetçiyim diyerek ortalıkta dolaşanlara sesleniyorum: Milliyetçiydiniz de, bu ülkenin böyle göz göre göre soyulmasına neden seyirci kaldınız, neden sesinizi çıkarmadınız, akşam karanlığında Merkez Bankası soyulurken, milli bankamız soyulurken, milletimin bütün imkanları soyulurken, milliyetçiliğinizi o gün neden hatırlamadınız? Milliyetçiyim diye diye bu millete bu ağır bedeli ne hakla, hangi vicdanla,hangi insafla ödettiniz?

Baykal: Rakam cambazlığı işe yaramaz, büyüme rakamına bak
Baykal: Cumhuriyetin en kötü büyüme ortalaması.

CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, AKP iktidarının yürüttüğü ekonomi politikaları ile geçmiş dönemleri kürsüden gösterdiği grafiklerle eleştirdi. Baykal şöyle dedi:
Rakamların söyledikleri: Türkiye’nin 2009’da yüzde 4 kalkınma olacağı belirtilmişti. Şimdi gelinen noktada 2009 sonunda yüzde 6 daralacağını hükümet de kabul ediyor. 10 puanlık bir daralma. 2009 bütçe açığı 10.4 milyar lira olarak öngörülmüştü. Açık şimdi 62.8 milyar açık öngörülüyor. 2009 yılında faiz dışı fazla değil faiz dışı açık verilmiştir. Faiz dışı fazla 47.1 milyar lira idi eksi 7.3 olmuştur.
Ekonomi büyüyorsa işler iyidir: 7 yılı aşan bir AKP iktidarında ekonomi ne oldu? Bir ekonominin ölçülmesinde bir sürü kriter vardır ama temel kriter büyümedir. Ekonomi büyüyorsa iyidir. Türkiye 2002’de gelişmekte olan 149 ülke içinde büyüme performansı açısından 149 ülke içinde 29’uncu hızlı büyüyen ülke. 2007 de 100’üncü ülke oldu. 2007-2008 de ise 136’ncı oldu. Bunlar gerçek. AKP döneminin ortalaması büyüme hızı Cumhuriyet dönemi ortalamasının altındadır. Bu iktidar Menderes-Bayar-Özal hükümetlerinin, tamamından daha fazla borcu 7 yıl içinde kullandı.
Rakam cambazlığı örtmez: AKP iktidarı döneminde sanayi tahrip edilmiş. ‘Kriz teğet geçecek’ anlayışı ile yürütülen politikalar büyük tahribat yarattı. Türkiye krizden en ağır etkilenen ülkeler arasında yer aldı. Bu gerçekler hiçbir rakam cambazlığı ile örtülemeyecek gerçeklerdir.
Demokrasi açısından utanç: İktidar, hunharca vergi uygulamasına yöneldi. 3 milyar doların üzerinde vergi tatbik ederek muhalif medya kuruluşlarını esir almaya yöneldi. Bunlar sadece vergi bakımından değil demokrasi bakımından da utanç vericidir.

‘2009 kaygıların derinleştiği bir yıl oldu, 2010 heba edilen yıl olacak’
Bahçeli: Daha huzurlu bir Türkiye müjdesi yok.

ANKARA - MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, 2010 Yılı Merkezi Yönetim Bütçesi üzerine yaptığı konuşmada, AKP’nin 7 yıllık icraatlarını eleştirirken, “2009 gelecek için kaygılarımızın derinleştiği kayıp bir yıl oldu. 2010 yılının da heba edilen bir yıl olacağı anlaşılmaktadır.
Bu bütçe hesap bilmezliğin değilse milleti aldatma anlayışının bir ürünüdür. Gerçeklerden uzak, sanal beklentilerle hazırlanan 2010 bütçesinde umut da yok, vizyon da yok. Daha mutlu, daha müreffeh, daha huzurlu bir Türkiye’nin de müjdesi yok” diye konuştu.

‘2010 daha zor olacak’
Bahçeli şöyle devam etti: “Türkiye’miz için siyasi ve ekonomik krizler, belirsizlikler, çalkantılar ve gerginliklerle geçen, gelecek için kaygılarımızın derinleştiği kayıp bir yıl olan 2009’dan sonra 2010 yılının da heba edilen bir yıl olacağı anlaşılmaktadır. Bütün veriler 2010 yılının, içinde bulunduğumuz 2009 yılından daha zor olacağını göstermektedir. Öngörülen gelirler toplanamayacak, giderler ise hedeflerin üzerine çıkacaktır.”

Gerçekten uzak bütçe
Devlet Bahçeli bütçeye de değindi: “Bu bütçe hesap bilmezliğin değilse milleti aldatma anlayışının bir ürünüdür. Gerçeklerden uzak, sanal beklentilerle hazırlanan 2010 bütçesinde; İşçiye, memura, çiftçiye, emekliye, esnafa, işsize, yoksula, dar ve sabit gelirlilere bir umut yoktur. Müteşebbise, sanayiciye umut yoktur. Yatırıma, üretime ve istihdama bir umut yoktur. Eğitime, sağlığa, huzura ve kardeşliğe umut yoktur. Bütçenin, ülkemizin ve milletimizin geleceğini şekillendirecek tercihleri ve öncelikleri dikkate alan ve ortaya koyan bir vizyonu da yoktur. Daha mutlu, daha müreffeh, daha huzurlu bir Türkiye’nin de müjdesi yoktur.”

Ekonomi Politikası

TÜRKİYE’NİN BORÇ GELİŞİMİ

SORUNLAR-ÖNERİLER

Prof.Dr. Muhammet AKDİŞ

Pamukkale Üniversitesi İİBF

http://makdis.pamukkale.edu.tr

  1. GİRİŞ

Borçlanma bazen bir ekonomi politikası aracı, bazen ekonomik zorunlulukların bir gereği, bazen de her iki amacı karşılamaya yönelik olarak kullanılmaktadır. Ancak GSMH’nın belli bir düzeyini aşan, ülkenin borç ödeme kapasitesini zorlayan borçlanmalar, borç krizi şeklinde geriye tepen bir silaha da dönüşebilmektedir.

Türkiye ise iç ve dış borç yükü itibariyle tehlike sınırlarında dolaşmaktadır. Biz bu çalışmamızda Türkiye’nin iç ve dış borçların gelişimi, bu konudaki sorunlar ve öneriler üzerinde durmak istiyoruz.

  1. BORÇ VE BORÇLANMA GEREKLİLİĞİ

Devleti borçlanmaya iten sebepler iç ve dış borçlanma açısından farklılıklar göstermektedir (Ulusoy, 2001; 33-34). Devleti iç borçlanmaya iten sebepler:

  • Devletin gelir ve giderleri arasında yer ve zaman bakımından uyumsuzluk olması,
  • Yeni vergi koymanın veya mevcut vergileri arttırmanın siyasi, ekonomik ve sosyal sebeplerle sınırlandırılması,
  • Normal gelir kaynakları ile ödenemeyen iç borçların ödenmesi için yeniden borçlanmaya ihtiyaç duyulması,
  • KİT’lerin ağırlıklı bir yapıya sahip olduğu ekonomilerde bunların açıklarının karşılanabilmesi,
  • Beklenmeyen durumların ortaya çıkmasında doğan finansman ihtiyaçlarının karşılanabilmesi, olarak belirtilmektedir.

    Devletin dış borçlanmaya gitmesinin sebepleri ise:

  • Devletin kendi sermaye piyasasından borçlanma imkanının olmaması,
  • Devletin döviz ihtiyacı içinde olması,
  • Devletin milli paranın değerini korumak için gerekli rezerv ihtiyacı içinde olması,
  • Gelişmiş ülkelerden borçlanmanın faiz yüklerinin daha düşük olabilmesi,
  • Gelişmiş ülkelerin gelişmekte olan ülkeleri borçlanmaya zorlamaları, olarak sıralanmaktadır.


  1. TÜRKİYE’DE DEVLET BORÇLARININ BÜYÜKLÜĞÜNÜN SEBEPLERİ

Türkiye’de devlet gelirleri, giderleri ve bütçe açıklarına yıllar itibariyle bakıldığında kamu borçlanma ihtiyacının yıllar itibariyle arttığı görülmektedir. 1980’li yıllarda %1,5-2 aralığında olan bütçe açıklarının GSMH’ya oranı 2001 yılında %15’ler düzeyine çıkmış bulunmaktadır (Tablo.1).

Tablo.1 Türkiye’de Kamu Finansman Dengesi (Trilyon TL)

Yıllar Kamu Gelirleri Artış % TEFE % Kamu Harcamaları Artış % Açık Açık/GSMH(%)
1980 0,9 - 107,2 1,1 -0,2 (2,3)
81 1,4 56 36,8 1,5 36 -0,1 (3,1)
82 1,4 0 25,2 1,6 7 -0,2 (1,5)
83 2,3 64 30,8 2,6 63 -0,3 (1,5)
84 2,8 22 62,0 3,8 46 -1,0 (2,2)
85 4,6 64 40,0 5,4 42 -0,8 (4,4)
86 7,2 57 26,7 8,6 59 -1,4 (2,2)
87 10,4 44 39,0 13,0 51 -2,6 (2,7)
88 17,6 69 70,5 21,4 65 -3,9 (3,5)
89 31,4 78 64,0 38,9 82 -7,5 (3,0)
1990 55,2 76 52,3 68,5 76 -13,3 (3,3)
91 96,7 75 55,3 130,3 90 -33,5 (3,3)
92 174,2 80 62,1 221,7 70 -47,4 (5,3)
93 351,4 102 58,4 485,2 119 -133,9 (4,3)
94 745,1 112 120,7 897,3 85 -152,2 (6,7)
95 1.394,0 87 86,0 1.710,6 91 -316,6 (3,9)
96 2.702,0 94 75,9 3.940,2 130 -1.238,1 (4,0)
97 5.750,1 113 85,4 7.990,7 103 -2.240,7 (8,3)
98 11.887,6 107 64,0 15.585,4 95 -3.697,8 (7,6)
99 18.973,3 60 52,2 28.017,8 80 -9.044,5 (6,9)
2000 33.756,0 78 51,4 46.602,0 66 -12.846,0 (11,6)
2001 51.813,0 53 88.6 80.379,0 72 -28.566,0 (15.9)
2002 76.400,0 47 30.8 115.485,0 44 -39.085,0 (13.8)

Kaynak:www.mahfiegilmez.nom.tr

Türkiye’de kamu finansman açıklarının ve dolayısı ile devlet borçlarının büyüklüğünün ise kamu gelirlerinin yetersizliği, kamu harcamalarının büyüklüğü ve kamu israfı gibi çeşitli sebepleri vardır.

  1. Kamu Gelirlerinin Yetersizliği

Türkiye’de kamu gelirleri genelde GSMH büyümesi ve enflasyon oranında artmamaktadır. Yıllar itibariyle kamu gelirlerindeki artışlara baktığımızda (Tablo.1), gelirlerdeki artış hızının 1980 yılında %56 iken, 1984 yılında %22’ye düştüğü görülmektedir. 1980-2002 yılları arasında kamu gelirlerindeki en büyük artış 1993 ve 1994 yıllarında %102 ve 112 oranında gerçekleşmiş, 1997 yılında da %113’e ulaşmıştır. Ancak özellikle 1997 yılından sonra gerilemeye başlamış; kamu gelirlerindeki artış bazen enflasyon oranına yakın bir seyir göstermiştir. Özellikle 1984, 1994, 2001 gibi yıllarda kamu gelirleri artış oranı enflasyonun da altında kalmıştır. Bu durum ise sadece bu sebebe bağlı olsa bile kamu borçlanma ihtiyacı üzerinde olumsuz etki yapmıştır.





  1. Kamu Harcamalarının Artışı

Türkiye’de kamu harcamalarındaki olağanüstü artış, kamu gelirleri ile karşılanamayan boyutlara ulaşmıştır. Öyle ki incelenen 1980-2002 yılları arası periyotta genelde kamu gelirlerindeki artışa yakın bir seyir izleyen kamu harcamaları artışları özellikle 1984, 1989, 1991, 1993, 1996, 1999 ve 2001 yıllarında kamu gelirlerindeki artış oranlarının da üzerinde bir yükselme göstermiştir (Tablo.1).

Kamu harcamalarının kamu gelirlerinden daha büyük artış gösterdiği yıllara baktığımızda ise bu dönemlerin özellikle hükümet değişikliklerinin ilk yılları olduğu göze çarpmaktadır: 1984, 1.Özal hükümetinin ilk yılı (13.12.1983); 1989, Akbulut hükümetinin ilk yılı (9.11.1989); 1991, 1. Yılmaz hükümetinin ilk yılı (23.6.1991); 1993, 1.Çiller hükümetinin ilk yılı (25.6.1993); 1996 2. Yılmaz hükümetinin ilk yılı (6.3.1996); 1999 4.Ecevit hükümetinin ilk yılı (11.1.1999)’dır. Bu da kamu harcamalarının özellikle büyük vaatlerle hükümete gelenlerin ilk ve popülist icraatlarından kaynaklandığını ortaya koymaktadır.

Ayrıca finansal krizler ve borçlanma faizlerinin aşırı yükselmesi de kamu harcama artışını büyütmektedir. Bu konudaki en yakın örnek 2001 yılıdır. 2001 yılı, 21 Şubat krizinin etkilerinin en fazla hissedildiği ve faizlerin çok üst düzeylere yükseldiği bir yıldır. Bu sebeple de 2001 yılında faiz ödemeleri 20.4 katrilyondan 41 katrilyona çıkarak bir önceki yıla göre yaklaşık %100’lük bir artış göstermiş ve kamu harcamalarının da kamu gelirlerinden daha yüksek oranda gerçekleşmesine sebep olmuştur.

Kamu harcamalarının kamu gelirlerinden daha yüksek bir düzeyde artması ise devletin borçlanma ihtiyaçlarını arttırmış ve kamu borçların büyümesi sonucunu vermiştir.

  1. Kamu İsrafının Büyüklüğü

Türkiye’de kamu harcamalarını artıran ve kaynakları yutan en büyük faktörün kamu israfı olduğu belirtilmektedir. Kamu israfının büyüklüğü, devletin gelirleri ile kapatılamayacak boyutlara ulaşmakta, kamu borçlanma gereğini yıllar itibariyle büyütmektedir. Kamu israfının hacmi ile ilgili olarak yapılan ve 1990-2000 yıllarını esas alan bir araştırmada(TOBB, 2001) ulaşılan sonuçlar, bu konudaki miktarları göstermesi açısından ilginç sonuçlara ulaşmıştır: Buna göre;

  • Ekonomi yönetimlerinin hataları nedeni ile fazladan ödenen iç borç faizlerinin toplamı: 8.6 milyar dolar,
  • İç borçlanma kısır döngüsünün anaparayı yükseltmesi sonunda faiz ödemelerinde ortaya çıkan artış: 95 milyar dolar,
  • Politik risk ve ülke riski nedeniyle fazladan ödenen dış borç faizlerinin toplamı: 6.5 milyar dolar,
  • Tamamlanması geciken kamu yatırımlarında, yıpranma, bakım ve idame harcamaları toplamı: 6.8 milyar dolar,
  • KİT'lerin ve özelleştirme kapsamındaki kuruluşların borçlanma gereksinimlerinin toplamı: 32.2 milyar dolar,
  • İhale yolsuzluklarının tahmini asgari değeri: 2.1 milyar dolar,
  • TMSF'nun yönetimindeki bankaların toplam zararı : 12.5 milyar dolar,
  • Kamu bankalarının görev zararı : 20 milyar dolar,
  • Birliklere düşük faizli kredi nedeniyle Ziraat Bankası'nın ve Hazine’nin zararı: 9.2 milyar dolar,
  • Yurtdışı temsilciliklerinin fazla kadroları için yapılan harcama : 700 milyon dolar,
  • Lojmanların memurlara uygun şartlarla satışı durumunda tasarruf edilecek, bakım, yıpranma ve sigorta masrafları: 640 milyon dolar,
  • Motorlu araç savurganlığında tasarruf edilebilecek akaryakıt ve tamir-bakım harcamaları : 960 milyon dolar,

olmak üzere 1990-2000 döneminde ekonominin bazı alanlarındaki savurganlığın yol açtığı toplam zarar ve kayıplar : 195.2 milyar dolar tutmaktadır. Buradan kamu israfları ile kaybolan kaynaklar toplamının aşağı yukarı kamunun toplam borç yüküne eşit bir rakama ulaştığı görülmektedir. Bu da borçların kaynağının kamu israfı olduğunu değişik bir şekilde gözler önüne sermektedir.

    1. BORÇLANMA RASYOLARI VE TÜRKİYE


Türkiye’nin iç ve dış borçları çok büyük boyutlara ulaşmış, uluslar arası kriterlerin de çok üzerine çıkmıştır. Tablo.2’de görüldüğü gibi Borç/GSMH oranları nerede ise %136’lara dayanmıştır. Bu da kabul edilebilir her türlü borç rasyolarının aşıldığının bir göstergesi olmaktadır.

Genel kabul gören borçlanma rasyoları (Evgin,2000), Toplam borç/GSYİH, Toplam Borç/İhracat, Borç Servisi/İhracat ve Faiz servisi/İhracat olmak üzere dört tanedir. Bu rasyolara göre normal değerler sırası ile 30-60, 165-275, 18-30 ve 12-20’dir. Türkiye’nin borç yapısı 2002 yılı itibariyle değerlendirildiğinde, Türkiye’nin toplam kamu borçlarının GSYİH’sının %103’üne, toplam borçlarının ihracata oranının ise %485’e ulaşmış olduğu görülmektedir. Borç servisinin ihracata oranı %320 olurken, faiz servisinin ihracata oranı %100’dür (Tablo.2).

Bütün bu göstergeler de Türkiye’nin borçlanma açısından dünyada kabul edilebilir limitleri aştığı ve riskli bir noktada bulunduğunu göstermektedir.

Tablo. 2 Genel Borç Rasyoları ve Türkiye (%)

Rasyolar Normal Aşırı Türkiye’de Borç Rasyoları (2002)
Toplam Borç/GSYİH 30-60 60 170/165*100=103
Toplam Borç/İhracat 165-275 275 170/35*100=485
Borç Servisi/İhracat 18-30 30 112/35*100=320
Faiz Servisi/İhracat 12-20 20 35/35*100=100

Kaynak: Hazine, TCMB, DPT verileri ve geçerli rasyolara göre tarafımızdan hesaplanmıştır.

  1. DÜNYA ÜLKELERİNDE BORÇ VE BORÇLULUK

Borçlanma ve borçluluk çok istenmemesine rağmen dünya ülkeleri de bu durumdan kaçınamamaktadırlar. Dünyanın gelişmiş ülkeleri de dahil olmak üzere hemen hemen bütün ülkeler, gerek ekonomik ihtiyaçları ve gerekse maliye politikaları amaçları doğrultusunda iç ve dış borçlanmaya başvurmaktadırlar. Ancak en büyük borç artışı gelişmekte olan ülkelerde yaşanmakta, gelişmekte olan ülkelerin borç toplamları 1970’lerde 72.8 milyar dolar iken, 1980’de 609.4 , 1990’da 1.458.4, 2000 yılında 2.492.0 ve 2001 yılında 2.442.1 milyar dolar olarak gerçekleşmiş bulunmaktadır. Sadece 2001 yılı dikkate alındığında gelişmekte olan ülkelerin borç toplamları aşağı yukarı toplam GSYİH’larının (6.388.8 milyar dolar) %38’ine karşılık gelmektedir (Worldbank-2002).

Dünyanın gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerininin 2001 yılı borçluluk rakamlarına bakıldığında Japonya’nın GSYİH’nın %132’si ile hemen hemen en borçlu gelişmiş ülke olduğu, bunu %109 oranı ile İtalya’nın takip ettiği, Belçika ve Yunanistan’ın ise %107 gibi büyük bir borçluluk oranına sahip olduğu görülmektedir. İsveç, Almanya, İspanya, Fransa hatta ABD gibi ülkeler ise sınır değer olan %60’lar düzeyinde bir borçluluk oranı göstermektedirler (Tablo.3, Grafik.1). Ancak bilinmesi gereken borçtan çok borçların vade yapısının problem doğurduğudur ve gelişmiş ülkelerde devlet borçları genelde 5-10 yıl vadeli bir kompozisyondan oluşmaktadır.

Dünya ülkelerinin borçlanma gelişmelerine baktığımızda da Japonya hariç genelde dünya ülkelerinin borçlanmada azaltmaya gittikleri gözlenmekte, ABD’nin borçlanmasını 1994’lerdeki %71 düzeyinden 2001 yılında %59 düzeyine çektiği görülmektedir (Tablo.4). Ancak ABD 2003 yılı itibariyle (17.Mart.2003) borçlanmasını yeniden arttırmış ve 6.47 trilyon dolarlık bir borç düzeyine ulaşmıştır. Bu da her bir Amerikan vatandaşının ilgili dönemde 22.2 bin dolarlık bir borç yükü altında bulunduğunu anlatmaktadır (USA ,2003).

Tablo. 3. Dünya Ülkelerinde Borç ve Borçluluk Oranları (GSYİH’nın %’si Olarak)

Ülkeler 2000 2001 Ülkeler 2000 2001
US 59.5 59.7 Sweden 55.3 56.6
Japan 123.6 132.3 United Kingdom 42.1 39.1
Eu15 63.8 63.1 Bulgaria 73.6 66.3
Eurozone 69.4 69.2 Cyprus : :
Belgium 109.2 107.6 Czech Republic 17.0 23.7
Denmark 46.8 44.7 Estonia 5.1 04.8
Germany 60.2 59.5 Hungary 55.4 53.1
Greece 106.2 107.0 Lithuania 24.0 23.1
Spain 60.5 57.1 Latvia 13.9 16
France 57.3 57.3 Malta 60.7 65.7
Ireland 39.1 36.4 Poland 38.7 38.7i
Italy 110.5 109.8 Romania 24.0 23.3
Luxembourg 05.6 05.6 Slovenia 27.6 27.5
Netherlands 55.8 52.8 Slovak Republic 45.2 44.1
Austria 63.6 63.2 TÜRKİYE 56 103
Portugal 53.3 55.5 Iceland 41.3 46.4
Finland 44.0 43.4 Norway 36.7 31.4

Kaynak: Eurostat





Grafik. 1 Dünya Ülkelerinde Borç Gelişimi

    Kaynak: Tablo.4



Tablo.4 Dünya Ülkelerindeki Borç Gelişimi (Borç/GSYİH-%)

1992 1993 1994 1995 1996 1997 1998 1999 2000 2001
US 74.1 75.8 75 74.5 73.9 71.4 68.3 65.3 59.5 59.7
Japan 63.5 69 73.9 80.4 86.5 92 103 115.8 123.6 132.3
EU15 : : 66.2 70.6 72.4 70.9 r 68.8 r 67.7 r 63.8 r 63.1 r
eurozone 60 65.5 68.2 73 74.5 74.3 r 73.5 r 71.9 r 69.4 r 69.2 r
ACC : : : : : : : : : :
Belgium 132.5 138.2 135.9 134 130.2 124.8 119.2 r 114.9 r 109.2 r 107.6 r
Denmark 66.3 78 73.5 69.3 65.1 61.2 56.2 52.7 46.8 44.7 r
Germany 42.9 46.9 49.3 57 59.8 61 60.9 61.2 60.2 59.5 r
Greece 87.8 110.1 107.9 108.7 111.3 108.2 105.8 r 105.1 r 106.2 r 107.0 r
Spain 46.8 58.4 61.1 63.9 68.1 66.6 64.6 r 63.1 r 60.5 r 57.1 r
France 39.6 45.3 48.4 54.6 57.1 59.3 59.5 58.5 57.3 57.3
Ireland 92.5 96.5 90.9 82.9 74.1 65 55.2 49.7 39.1 36.4
Italy 107.7 118.1 123.8 123.2 122.1 120.2 r 116.3 r 114.5 r 110.5 r 109.8 r
Luxembourg 04.7 05.7 05.4 05.6 06.2 06.1 06.3 6 05.6 05.6
Netherlands 77.8 79 76.3 77.2 75.2 69.9 66.8 63.1 r 55.8 r 52.8 r
Austria 57.2 61.8 64.7 69.2 69.1 64.7 63.9 64.9 63.6 r 63.2 r
Portugal 54.4 59.1 62.1 64.3 62.9 59.1 55 54.4 r 53.3 r 55.5 r
Finland 40.6 56 58 57.1 57 54 48.8 46.8 44.0 r 43.4 r
Sweden : : 73.8 73.6 73.5 70.5 70.5 r 65.0 r 55.3 r 56.6 r
United Kingdom 39.2 45.4 48.5 51.8 52.3 50.8 47.7 45.1 42.1 39.1 r
Bulgaria : : : : : 105.1 79.6 79.3 73.6 r 66.3 i
Cyprus : : : : : : : : : :
Czech Republic : : : : : 12.9 13.7 14.5 17.0 r 23.7
Estonia : : : : : 06.9l 6.0 r 6.5 r 5.1 r 04.8
Hungary : : : : : 64.2 61.9 r 61.0 r 55.4 r 53.1
Lithuania : : : : : 15.Tem 17.1 r 23.0 r 24.0 r 23.1 i
Latvia : : : : : : 10.6 r 13.7 r 13.9 r 16
Malta : : : : : 51.5 64.9 r 59.9 r 60.7 r 65.7
Poland : : : : : 46.9 41.6 r 42.7 r 38.7 r 38.7 i
Romania : : : : : 16.May 18.0 r 24.0 r 24.0 r 23.3 i
Slovenia : : : : : : 25.1 26.4 r 27.6 r 27.5
Slovak Republic : : : : : 28.8 28.8 40.2 r 45.2 r 44.1
Turkey : : : : : 53 p 50 p 66 p 56 p 103 p
Iceland 46.4 55 55.8 59.3 56.7 53.3 48.4 43.6 41.3 46.4
Norway : : : : : 27.5 26.2 29.9 36.7 31.4

Kaynak: Eurostat, r: r: revised value , i: more information attached in explanatory texts

  1. TÜRKİYE’DE BORÇ VE BORÇLANMA

Dünya’nın gelişmekte olan ülkeleri gibi Türkiye de borç konusunda uzun ve problemli bir geçmiş ve gündeme sahip bulunmaktadır. Türkiye’nin borç stokundaki gelişmeler Grafik.2’de görüldüğü gibi özellikle 90’lı yıllardan sonra yükselen bir trend göstermişlerdir.

Kaynak: Tablo.5, Tablo.6.

Türkiye’de borç miktarlarındaki artışların ise değişik sebepleri bulunmaktadır. Bu nedenle Türkiye’nin borçlanmasını iç ve dış borçlanma olarak iki ayrı bölümde incelemek yararlı olacaktır.

A- Türkiye’de İç Borçlar

Türkiye’de devlet aşağı yukarı kuruluş aşamalarından itibaren iç borçlanma ihtiyacı içinde olmuştur. Başlangıç yıllarında ekonomide öncü rol üstlenme ve kamu gelirlerinin azlığından kaynaklanan bu zorlama, zaman içinde KİT açıkları, sosyal güvenlik açıkları, destekleme politikaları gibi uygulamalarla da büyümüştür.

Türkiye’de ilk iç borçlanma 1933 yılında Fevzipaşa-Diyarbakır arasındaki demiryolu inşasının finansmanı için “Ergani İstikrazı” olarak adlandırılan borçlanma kağıtlarının çıkarılması ile gerçekleştirilmiştir. Daha sonra da 1934 Sivas-Erzurum demiryolu istikrazı, ikramiyeli 1938 istikrazı ve 1941 demiryolu istikrazları ile iç borçlanmaya başvurulmuştur. 1960 yılından itibaren çıkarılan borçlanma senetleri ise “kalkınma istikrazı” adını taşımaktadır.

Türkiye’de devletin 1965-1973 arasındaki net borçlanma miktarı 11.1 milyar TL. iken bu rakam yıllar itibariyle artmış ve 1980’de 400 milyar TL.’ye, 1990’da 14.590 milyar TL.’ye ve 2002 yılında 27.712.432 milyar TL’ye ulaşmıştır. Borçlanmaya bağlı olarak faiz ödemeleri de artmış, 1980’de yaklaşık 270.8 milyon dolar olan faiz ödemeleri, 1990’da 3840.8 milyon dolara, 2002’de ise 28.410.8 milyon dolara ulaşmıştır. 1980 yılından itibaren ödenen faizler toplamı ise 213.2 milyar dolar gibi Türkiye’nin GSMH’sından büyük bir rakama ulaşmıştır (Tablo.5).

Tablo.5 Devlet İç Borç Miktarları ve Faiz Ödemeleri (Milyar TL)

Yıllar/

Dönemler

İç Borçlanma Miktarları (Net) İç Borçlanma Stoku (Milyar $) Faiz Ödemeleri (Net) $/TL Faiz Ödemeleri (Milyon $)
1965-1973 11,1 - - - -
1974-1980 150,2 - - - -
1980 400 4,3 21 77,5 270,8
1981 270 3,6 41 142,2 288,3
1982 371 4,5 34 165,3 205,7
1983 1.831 10,5 116 230,3 503,6
1984 1.461 8,6 156 375,1 415,9
1985 2.420 12,15 257 528,5 486,3
1986 3.557 13,91 717 680,9 1.053,0
1987 6.107 16,91 1.676 872,5 1.920,9
1988 11.201 15,7 2.488 1.428,0 1.742,3
1989 12.476 18,14 4.803 2.141,7 2.242,6
1990 14.590 19,53 10.036 2.613,0 3.840,8
1991 39.685 19,24 16.914 4.182,0 4.044,5
1992 94.997 22,7 34.087 6.888,0 4.948,8
1993 161.413 24,72 85.418 10.986,0 7.775,2
1994 441.962 20,66 231.035 29.760,0 7.763,3
1995 561.699 22,87 472.805 45.986,0 10.281,5
1996 1.759.807 29,29 1.325.417 81.623,0 16.238,3
1997 3.082.580 30,69 1.977.163 152.241,0 12.987,1
1998 5.409.490 37,14 5.626.676 261.415,0 21.523,9
1999 11.307.260 42,44 9.898.623 418.823,0 23.634,4
2000 13.496.236 54,22 18.609.423 626.520,0 29.702,8
2001 85.736.639 84,86 40.484.246 1.228.000,0 32.967,6
2002 27.712.432 97,70 43.468.540 1.530.000,0 28.410,8
Toplam 149.859.045,3 122.250.692 - 213.248,4

Kaynak: Ulusoy, 93-95, Hazine, http://www.hazine.gov.tr/stat/yillik-borc.htm.

B- Türkiye’de Dış Borçlar

Türkiye ekonomisi Osmanlı döneminden beri dış borç kullanma ihtiyacında olmuş, Cumhuriyetin ilk yıllarında yavaşlayan bu süreç, kalkınma çabaları ve karşılaşılan ekonomik krizler ile birlikte yeniden hız kazanmıştır. Borçlanma gereğinin sonucunda gelen dış yükümlülükler ile borç ana para ve faiz ödemelerinden doğan ekonomik zorluklar ise borçlanma yükümüzü daha da ağırlaştırmıştır.

Türkiye ekonomisinin Osmanlı’dan günümüze dış borç miktarındaki gelişmeleri dönemler itibariyle görebiliriz:

    1. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Dış Borçlar

Devlet-i Aliye-i Osmaniye ilk borçlanmasını 1854 yılında Kırım savaşının finansmanı için yapmıştır. 4 Ağustos 1854 yılında Londra bankerleri ile yapılan bir anlaşma ile (Açba, 1995; 39-41) 3.3 milyon sterlin borçlanılmış, ancak komisyonlar çıktıktan sonra hükümetin eline 2.5 milyon sterlin geçmiştir. Bu tarihten sonra çöküş dönemi ekonomisinin zorlamaları ile dış borçlanma artmış; 1854-1914 yılları arasında Osmanlı’nın toplam, bir tespite göre 222 milyon kullanıma karşılık 359 milyon Osmanlı Lirası, bir diğer tespite göre de 243 milyon kullanıma karşılık 409 Osmanlı Lirası borçlandığı hesaplanmıştır (Şahin,2000; 25).

    1. Cumhuriyet Dönemi Dış Borçları

Cumhuriyet dönemi dış borçlarını 1980 öncesi ve 1980 sonrası olarak incelemek uygun olacaktır.

    1. 24 Ocak 1980 Öncesi Dış Borçlar

Cumhuriyet idaresi, Osmanlı’nın 1914 yılındaki borç bakiyesi olan 156.4 milyon Osmanlı Lirası (veya 142.2 milyon İngiliz Sterlini) olan dış borçlarından 84.6 milyon lirasını miras olarak devralmış ve bu tarihten sonra “Duyun-u Umumiye”nin acı tecrübelerinden aldığı dersle 1930 yılına kadar hiç dış borçlanmaya gitmemiştir.

Cumhuriyet dönemindeki ilk dış borç 1930 yılında merkez bankasının kurulması amacıyla bir Amerikan kuruluşundan alınmış 10 milyon dolar tutarındaki donanım kredisidir. Daha sonra 1934 yılında Sovyetler Birliğinden 8 milyon dolar ve 1936-1938 yılları arasında İngiltere’den toplam 16 milyon sterlin dış borç alınmıştır (Evgin, 2000).

1939-1950 dönemi Türkiye’nin dış borçlarının eskiye göre arttığı bir dönemdir. Bu dönemde 49.5 milyon sterlini İngiltere’den, 1.5 milyon sterlin Fransa’dan, 5 milyon dolar ABD’den, 35 milyon dolar veya 100 milyon Reich Mark Almanya’dan kredi sağlanmıştır. Ayrıca millileştirme için yabancı kuruluşlara 517 milyon liralık borç senetleri verilmiştir. Yani 1938 sonu itibariyle 236 milyon dolar olan konsolide dış borçlar, savaşın bittiği 1945 yılı itibariyle 439 milyon dolara yükselmiştir (Şahin, 2000; 90). Savaştan sonra da dış borçlanmaya devam edilmiş, 1947 yılındaki IMF üyeliğini takiben, önce IMF’den 5 milyon dolarlık, sonra Amerika’dan 24 milyon dolarlık, daha sonra Dünya Bankasından 25.4 milyon dolarlık olmak üzere muhtelif krediler alınmıştır. Sonuçta, 1945 yılı sonunda 356 milyon TL. olan dış borç miktarı, 1949 yılı sonunda 703 milyon TL.ye çıkmıştır (Evgin, 2000).

Daha sonraki yıllarda da dış borçlanmalar devam etmiş, 1950-1960 döneminde Türkiye, proje kredileri, program kredileri, IMF, OECD kredileri ve askeri krediler olmak üzere toplam 1.416 milyar dolar borç para almıştır. Bu miktarın 1.107 milyar doları ise ABD tarafından temin edilmiştir (Şahin, 2000; 116).

1963-1977 dönemi de Türkiye’nin dış borçlanmasının arttığı yıllardır. 1960’lı yıllardan itibaren başlayan planlı ekonomi uygulamalarının gerektirdiği dış kaynak ihtiyacı, ithal ikamesine dayalı sanayileşme modeli, 1973 petrol bunalımının arttırdığı maliyetler ile 1974 Kıbrıs Barış Harekatı sonrasında karşılaşılan ekonomik sıkıntılar dış borçlanma ihtiyacını arttırmış ve Türkiye bu yıllar arasında borç ertelemeleri de dahil olmak üzere toplam 7.288 milyar dolar dış kredi kullanmıştır (Şahin, 2000; 154).

1977-1980 dönemi ise Türkiye ekonomisinin dış borç bulamadığı, meşhur tabiriyle, “yetmiş sente muhtaç olduğu” yıllardır. Türkiye 1977’de vadesi gelen DÇM borçlarını ve bunların faizlerini ödeyemez hale gelmiştir. Bu dönemde ülke ülke dış borç dilenmeye çıkılmış, kısa vadeli, uzun vadeli, yüksek faizli, düşük faizli ne bulunursa alınmıştır.

Dolayısı ile Türkiye 1963-1979 yılları arasında 15.2 milyar dolarlık dış borç almış, bunların ancak 5.9 milyar dolarını ödeyebilmiştir (Evgin, 2000).

    1. 24 Ocak 1980 Sonrası Dış Borçlar

Bilindiği gibi 1980 yılı Türkiye ekonomisindeki yapısal ve köklü değişikliklerin başlangıç yılıdır. Bu yılın 24 Ocak’ından itibaren daha dışa açık, daha liberal ve daha piyasaya dönük uygulamalar başlatılmıştır. Ancak ekonomik kalkınmanın kaynak ihtiyacı dışarıdan karşılanmaya çalışılmış ve dış borçlanma miktarları da yıllar itibariyle büyük artışlar göstermiştir. 1980’de15.7 milyar dolar seviyesinde olan dış borç miktarı, 1983’de 18.8 milyar dolara, 1984’de 20.8 milyar dolara, 1990’da 49 milyar dolara ulaşmıştır. 1983-1990 yılları arasında Türkiye’nin dış borç miktarı yılda ortalama 5 milyar dolar civarında artmıştır. Tablo.6 Türkiye’nin 1980 sonrası dış borç stokunu ve bu stoktaki artış oranlarını göstermektedir:

Tablo:6 Türkiye’nin Dış Borç Stoku (Milyar $)

Yıllar Dış Borç Stoku Artış % Yıllar Dış Borç Stoku Artış %
1980 15,7 - 1992
55,5
10,1
1981 16,6 5,7 1993
67,3
21,3
1982 17,8 7,2 1994
65,6
-2,5
1983 18,8 5,6 1995
73,2
11,6
1984 20,8 10,6 1996
79,7
8,9
1985 25,6 23,1 1997
84,2
5,6
1986 32,2 25,8 1998
96,4
14,5
1987 40,3 25,2 1999
102,9
6,7
1988 40,7 1,0 2000
119,6
16,2
1989 41,7 2,5 2001
115,1
-3,8
1990 49,0 17,5 2002
127,4
10,7
1991 50,4 2,9 2003

Kaynak: Hazine, TCMB.

Tablo.6’dan da görüldüğü gibi 1980 yılında 15.7 milyar olan dış borç stoku özellikle 1992 yılından itibaren artmış, ve 2000 yılı sonu itibariyle 119,6 milyar dolar olmuştur. 2001 yılında 2000’e göre görülen 4 milyar dolarlık bir azalma sürdürülen programın dış borç ödemelerinde kısmi bir başarı sağladığını göstermektedir. Ancak 2002 yılı itibariyle dış borç stoku yeniden 127.4 milyar dolara ulaşmıştır.

  1. BORÇLANMANIN EKONOMİK SONUÇLARI

Borçlanma başlangıç itibariyle kamu maliyesine bir rahatlık sağlamakla birlikte zaman içinde istenmeyen ekonomik sonuçlar da doğurmaktadır. Bu sonuçları dış ve iç borçlar itibariyle ayrı ayrı incelemek de mümkündür. Ancak ülkemiz açısından borçlanmanın olumsuz ekonomik sonuçlarını;

  • Faiz oranlarının yükselmesi ve yatırımların yapılamaması,
  • Enflasyonist baskı oluşturması,
  • Gelir azaltıcı ve gelir dağılımını bozucu etkilerin ortaya çıkması,
  • Mali yapının bozulması, bankaların esas işlevlerinden uzaklaşması
  • Devletin temel görevlerini yapamaz hale gelmesi,
  • Hükümetlerin milli politika takip edemez duruma düşmesi, gibi

başlıklar altında özetleyebiliriz.

  1. Faiz oranlarının yükselmesi ve yatırımların yapılamaması

Kamu borçlanma ihtiyacının büyüklüğü bu ihtiyacın karşılanması için daha büyük bedeller ödemeyi kabul etmeyi gerektirmektedir. Bu nedenle de faiz oranları yüksek oranlarda seyretmekte, reel faiz, olması gereken %5-8’lik düzeye bir türlü gelememektedir. Ülkemiz itibariyle bu duruma baktığımızda kamu borçlanma maliyetlerinin reel olarak %15-25 aralığında gezindiğini söylemek mümkündür. Bu da kaynakların verimli alanlarda, yatırım ve üretimde değerlendirilmesini önlemekte, tasarrufların devlete borç verilmesini özendirerek rant ekonomisini teşvik etmektedir. Sonuçta yatırım ve üretim için gerekli kaynak bulunamamakta, bulunsa bile ödenecek yüksek bedeller reel sektörü zora sokmaktadır. Bu nedenle de yatırım yapılmamakta, hatta özel sektör kuruluşları bile kaynaklarını yatırıma kanalize etmek yerine devlete borç vermeyi tercih etmektedirler. Türkiye’nin 500 büyük özel sanayi kuruluşunun faaliyet dışı karları yani faiz gelirlerinin net kara oranı son yıllarda büyük ölçüde artmış, 2001 yılı itibariyle bu oran %547’ye ulaşmıştır. 2000 yılı ve takip eden önceki yıllarda %114, %219, %87, %52 gibi olan kar içindeki faaliyet dışındaki gelirler; 1994 yılından itibaren %50’nin üzerinde ve yıllar itibariyle de artan bir seyir takip etmiştir (İSO, 2002). Dolayısı ile faize yatırım yapmak, üretime yatırım yapmaya tercih edilir hale gelmiştir.

  1. Enflasyonist Sonuçların Ortaya Çıkması

Kamu borçlanma ihtiyacı kamu finansman dengesini bozarak enflasyonist baskıyı da arttırmaktadır (Sügün, 134). Teoride çokça tartışma konusu olan borçlanma enflasyon ilişkisi, vergilerle karşılaştırıldığında daha bariz bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Yani vergilere göre borçlanma, vergilemenin harcamaları daha fazla kısması nedeniyle, daha enflasyonisttir (Uluatam, 104). Ayrıca, kamu sektörü açıkları bu sektörle ilgili pasif hesaplar arttırılarak karşılanabilmektedir. Sektör, ya net parasal yükümlülüğünü arttırarak, ya da tahvil satışı yolu ile özel kesime borçlanarak bu açıkları kapatma yoluna gidecektir. Bu durumda da kamu sektörü net parasal yükümlülüğü ile para stoku arasında doğrudan bir ilişki oluşacak, kamu açıkları artınca, açıklar tahvil satışlarıyla karşılanamadığı sürece para stoku sürekli arttırılmak zorunda kalınacaktır. Kamu açıkları ile para stoku arasındaki bu doğrudan ilişki ise enflasyon olgusunun karakterini belirleyen en önemli etken olmaktadır (Ertuğrul,1982; 89). Dolayısı ile kamu borçlanma ihtiyacı ve bu ihtiyacın sürekliliği enflasyonist gelişmeyi beslemektedir.

  1. Gelir Azaltıcı ve Gelir Dağılımını Bozucu Etkilerin Ortaya Çıkması

Borçlanma ihtiyaçlarının gelir azaltıcı bir etki doğurması paradoksal bir gelişmedir. Gerçekten de gelir azlığı sebebiyle borçlanmaya başvuran devlet, bu ihtiyacını karşılayan kurum ve kişilere sağladığı vergi v.b. avantajlarla gelir azlığına da uğramaktadır. Bu ise yeniden, gelir azlığı-borçlanma-gelir azlığı kısır döngüsünü doğurmaktadır (Akdiş,1995; 208).

Devletin borçlanma ihtiyacının devletin gelirlerini azaltıcı etkisi yanında, gelir dağılımını bozucu sosyal sonuçları da söz konusudur. Türkiye’de gelir dağılımı çok bozuk bir yapı göstermektedir. Özellikle mali piyasalar açısından duruma baktığımızda görünen tablo şudur: Türkiye’de ailelerin yüzde 1’ini oluşturan süper zengin bir grup gelirin yüzde 17’sini elde etmekte, ikinci sıradaki yüzde 9’luk kısım da bu gruba ilave edildiğinde toplam gelirlerin yüzde 41’inin nüfusun yüzde 10’u tarafından kontrol edildiği görülmektedir. İMKB’deki 11 milyar doların 8 milyar dolarının, borsadaki 150 bin portföy sahibinin yüzde 1’i tarafından kontrol edildiğinden; hatta borsada 10 kişinin, toplam portföyün yüzde 35’ine hükmettiğinden bahsedilebilmektedir (Sönmez-2003a).

Tablo 7. Yurt İçi Faktör Gelirlerinin Yüzde Dağılımı (1980-1994)

Yıllar Tarım Maaş ve Ücretler Kâr, Faiz, Rant
1980 27.10 25.24 47.65
1981 24.89 22.14 52.97
1982 23.16 20.01 56.83
1983 21.84 21.74 56.42
1984 22.18 19.40 58.43
4985 20.92 17.26 61.82
1986 20.81 17.02 62.16
1987 18.81 20.26 60.93
1988 18.84 20.91 60.95
1989 17.87 24.86 57.27
1990 18.78 28.91 52.31
1991 16.13 35.49 48.37
1992 15.65 34.82 49354
1993 15.87 35.57 49.76
1994 15.90 25.38 58.72

Kaynak: Adil Temel, Mehmet Ali Kelleci, “Milli Gelirin Fonksiyonel Dağılımındaki

Gelişmeler (1980-1994)”, Yeni Türkiye, sayı: 6, 1995, Ankara, s.174.

Gelir dağılımındaki bozulmaya borçlanmanın yaptığı etki ise çok açıktır: Çünkü borç için ödenecek faizin bu borçtan elde edilecek hasıla artışını aştığı her durum sermayeden yemek, ülke milli hasılasını dengesiz bir şekilde dağıtmak veya dışarıya transfer etmek demektir. Çünkü devlete borç verme imkanına sahip olan kesim %15-25 aralığında bir reel gelir elde ederken, GSMH büyümesi %5’ler düzeyinde bulunmaktadır. Bu da çalışan ve üreten kesimden faiz rantı elde edenlere reel anlamda yaklaşık %10’luk bir gelir transferi yapılması anlamına gelmektedir. Tablo.5 ve Tablo.8 birlikte değerlendirildiğinde Türkiye’nin bugüne kadar yaklaşık 82,1 milyar dolar dış ve 213.2 milyar dolarborç faiz ödemesinde bulunduğu görülmekte ve aktarılan rantın büyüklüğü anlaşılmaktadır. Zaten bu durum gelir dağılımı tablolarına da yansımakta ve Türkiye’de "faiz, rant, kâr" gelir grubunun milli gelirden aldığı pay, 1963 yılında % 37,3 düzeyinde iken, hızlı bir artış ile 1980 'de % 49,4’lara, 1994’te ise %59 seviyelerine yükselmiş bulunmaktadır (Tablo.6). Bu yüzden de halen "ülkenin kaymağını yiyen ve sayıları bini bulan rantiye aileler"in durumuna dikkat çekilmektedir (Işıklı,2000).









Tablo:8

Yıllar İtibariyle Dış Borç ve Faiz Geri Ödemeleri(Milyon $)

Yıllar AnaPara Ödemeleri Faiz Ödemeleri(Tüm) Toplam
1950-19601 620 - 620
1960-19692 1105 330 1435
1970-19792 1832 1796 3628
1980-19833 6500 5657 12157
1984 2144 1586 3730
1985 2463 1753 4216
1986 2551 2134 4685
1987 3130 2387 5517
1988 4359 2799 7158
1989 4263 2907 7170
1990 3986 3264 7250
1991 4070 3440 7510
1992 5294 3439 8733
1993 4653 3574 8227
1994 6070 3923 9993
1995 7594 4303 11897
1996 7218 4200 11418
1997 7830 4588 12418
1998 11690 4823 16513
1999 12866 5450 18316
2000 15638 6299 21937
2001 17486 7134 24620
2002 13444 6400 19844
TOPLAM 146806 82186 228992

Kaynak: 1) Şahin, a.g.e., s.114; 2) Evgin, a.g.m.;3) Hazine; ve diğer veriler, Hazine, DPT ve TCMB kaynaklarından derlenmiştir.

  1. Mali Yapının Bozulması, Bankaların Esas İşlevlerinden Uzaklaşması

Kamunun borçlanma ihtiyacı mali yapının tümüyle devleti finanse eder hale gelmesine sebep olmaktadır. Kamu borçlarının büyüklüğü devlet borçlanması için bankaları önemli bir kaynak haline getirmekte ve devlet kağıtlarının (bono+tahvil) %70 ila %90 arasında değişen miktarlarını bankalar satın almaktadır. Türkiye’de 2002 yılında devlet borçlanmasında bankaların ağırlığı %80 civarında olmuştur; devlet tahvili ve hazine bonolarının birincil piyasadaki alıcıları içinde diğer aktörler küçük oranlarla temsil edilmiş, toplam borçlanma kağıtlarının %15’i resmi kurumlara, %4’ü özel sektöre, %1’i de hane halkına satılmıştır (Hazine,2002).

Kamu borçlanmasında bankaların birinci derecede rol almaları ise bankaları esas işlevlerinden uzaklaştırmaktadır. Bu durumda bankaların topladıkları fonları reel kesime kullandırarak bu kesimi finanse etme fonksiyonu değişmiş olmakta, bankalar devleti fonlayarak ayakta kalan kurumlara dönüşmektedirler. Devlete borç vererek yüksek karlar elde etmenin dayanılmaz cazibesi bankaları sendikasyon kredileri alarak açık pozisyonlara girmeye de teşvik etmektedir. Devlet borçlanmasının yol açtığı bu uygulamalar sonuçta kur riski ile bankaları, faiz riski ile de reel sektörü zor duruma düşürmektedir. Yakın tarihimizde Türkiye bu süreci acı deneyleri ile birlikte yaşamış bulunmaktadır.

  1. Devletin Temel Görevlerini Yapamaz Hale Gelmesi

Devletin sürekli bütçe açıkları vermesi, borç ödemek için bile borçlanmaya ihtiyaç duyar bir borç sarmalına girmiş bulunması, devletin temel görevlerini de yapamaz hale gelmesine sebep olmaktadır. Çünkü bütçesinin yaklaşık1/2’si ve nerede ise vergi gelirlerinin tümü faiz ödemelerine ayrılmış bir devletin, eğitim, sağlık, güvenlik, adalet hizmetleri gibi temel görevlerini hakkıyla yerine getirebilmesi mümkün değildir. Bu nedenle de Türkiye’de1983-2000 yılları arasında sağlığın bütçe kalemleri içindeki payı %3-%5, adalet ve emniyetin payı %4-%6, sosyal kültürel hizmetlerin payı %1-%2 olmuştur(Şenesen, 2002; 28). Dünya ortalaması ise sağlık harcamalarında %10, adalet ve emniyette %13, eğitim harcamalarında ise %5.9’dur.

  1. Hükümetlerin Milli Politika Takip Edemez Duruma Düşmesi

Borçların ekonomik yükünü, hem borç verenlerin istediği şartların yerine getirilmesi hem de bu borçların faiz ödemeleri oluşturmaktadır. Öncelikle borç verenlerin, borç verirken ileri sürdükleri şartlar ekonomik açıdan da ülke tercihlerini kısıtlayabilmekte ve hükümetlerin milli politika takip edebilme alanlarını daraltmaktadır. Bu durumun borç verenler açısından mantıklı olduğunu düşünmek de mümkündür. Bu nedenle dış borçların ekonomik bedelini hem faiz yükü hem de görünmeyen talepler itibariyle düşünmek gerekmektedir.

  1. Borçlanmanın Görünmeyen Maliyetleri

Borçlanmanın görünmeyen maliyetlerini dış borçlar ve iç borçlar itibariyle ayrı ayrı incelemek uygun olacaktır.

      1. İç Borçların Görünmeyen Maliyetleri

Devletin gelir ve giderleri arasındaki açıklar ve kamu finansman ihtiyacı borçlanmayı zorunlu hale getirmektedir. Borçlanmanın iç kaynaklardan yapılabilmesi için ise büyük fon kaynaklarına ihtiyaç duyulmaktadır. Bu nedenle de ekonomide fon toplayıcı durumda olan bankalar devletin borçlanma ihtiyacı için önemli görevler görmektedirler.

Devletin borçlanma ihtiyaçlarını karşılayan bankaların sahiplik yapısı ve piyasa mantaliteleri ile hükümetlerin uygulamak istediği ekonomi politikaları çeliştiğinde, devletin borçlanma ihtiyacının büyüklüğü ve bu alandaki bankaların büyük rolü tercihin bankaların talepleri yönüne kaymasına sebep olmaktadır. Örneğin Türkiye gibi serbest piyasa modeli uyguladığı söylenen bir ülkede batık bankaların devletçe devralınması, 1-1,5 milyar dolarlık kredi talepleri için olmadık fedakarlıklar yapılırken 5-6 milyar dolarlık banka kurtarma operasyonlarına başvurulması bunların örneklerindendir.

Ayrıca devletin borçlanma ihtiyaçları finans kesimine getirilebilecek herhangi bir yüke de izin vermemekte, bu nedenle bu kesimden vergi de alınamamaktadır. 2001 yılı rakamlarına göre faiz ve repo gelirlerinden elde edilen gelir vergisi 4.016 Katrilyon TL olmakta1, halbuki aynı yıl devletin faiz giderleri için ödediği kaynak iç borç faizi olarak 43,5 katrilyon tutmaktadır. Yani vergilendirilebilen faiz-repo geliri faiz ödemelerinin yaklaşık %9.5’una karşılık gelmektedir ve bu gelirin %95’i de stopaj yoluyla sağlanabilmektedir.

      1. Dış Borçların Görünmeyen Maliyetleri

Dış borçlanma, borç veren ülkenin dikte ettiği şartlar itibariyle görünmeyen maliyetler de içermektedir. Osmanlı Sultanı IV. Murat’ın Leh kralının borç isteğine, “para hemen gönderilsin, çünkü bugün borç alan yarın emir alır” (Şanlı, 2002; 11) şeklindeki öngörüsünün tarihte pek çok örneği bulunmaktadır. Öncelikle “Düyun-u Umumiye” olayı bu konudaki en büyük deneyimimizdir. Çünkü Osmanlı 1854 yılında aldığı ilk borç ile İngiliz ve Fransız iki yabancı komisere hazinesinin hesaplarını denetleme imkanı tanıyarak egemenlik hakları konusundaki ilk darbeyi yemiştir (Açba, 1995; 42). Her borç alınışında verilen tavizler ve uygulanacak yaptırımlar ile 1881 yılında “Düyun-u Umumiyye” idaresinin kurulmasına gelindiğinde pek çok iş kolu, vergi alanı ve denetim görevi ile birlikte devlet gelirlerinin nerede ise %40’ı bu idareye tahsis edilmiştir. Zaman içinde de Düyunu Umumiyye idaresi devletten bağımsız 5000 çalışanı olan büyük bir organizasyon haline dönüşmüştür.

Cumhuriyet dönemindeki ilk borçlanma talebimizde de yine borçla ilgili olmayan bir istekle karşılaşılmıştır. 1930 yılına rastlayan dönemde krediyi verecek olan American Investment Company istediğimiz 10 milyon dolara karşılık 20 milyon dolar vermeyi teklif etmiş, ancak karşılığında Türkiye’de kibrit tekelini almak istemiştir. Sonuçta Türkiye’de bir kibrit fabrikası kurmak şartı ile 25 yıllık “Kibrit Çakmak İnhisarı” bu yatırımcı kuruluşa bırakılmıştır (Evgin, 2000). Daha sonraki normal borçlanmalar, Marshall benzeri yardımlar, hatta askeri yardımlarda pek çok ekonomik olmayan şartın ileri sürüldüğü de bilinmektedir. Hatta 1974 Kıbrıs Barış Harekatı sonrasında konulan ambargo ile Almanya’nın Türkiye’ye verdiği tankların güneydoğu operasyonlarında kullanılması konusundaki olumsuz tavrı basına da intikal etmiştir.

Güney Doğu Asya ekonomilerinin krize düştüğü 1997 sonrasında da IMF, ilgili ülkelerden ekonomik krizle veya verilecek kredilerle ilgisi olmayan isteklerde bulunmuştur. Bu ülkelerin IMF politikalarına uymayan kendilerine özgü teşvik ve dış ticarette korumacılık uygulamaları kaldırtılırken, Endonezya ile yapılan pazarlıklarda otomobil ve uçak imalatı projesinden vazgeçilmesi de ön şart olarak koşulmuştur (Akdiş, 2000; 82).

Yakın tarih itibariyle bir baraj inşaatını sadece yerli imkanlar ile gerçekleştiren bir işadamından yükselen feryatlar da dış borçlar konusundaki görülmeyen maliyetleri şöyle anlatmaktadır: “Biz bu yatırımı Dünya Bankasından kredi almadan yaptık. Eğer kredi alsaydık 270 milyon dolarlık kredi şu anda 600 milyon dolar olacaktı. Ayrıca Dünya Bankası, kredi ile ilgili her ödeme dilimini kontrol etmek, ihale şartnamesini uluslar arası bir firmaya hazırlatmak, ihalede yeterlik şartnamesini bu firmaya belirletmek gibi şartlar ileri sürerek ihalenin yabancı firmada kalmasını sağlayacaktı. Dolayısı ile verilen para bizim ülkemize hiç uğramadan yabancı firmaya gönderilecekti. Bize ise borcu ve faizini ödemek düşecekti. Bu borçlanmanın ana para ödemesi hiç bitmeyecekti. Faizler döviz sepetine göre hesaplanacağından bütün riskleri biz üstlenecektik. Bu nedenle bugünkü Dünya Bankası ile IMF’nin, Galata Bankerleri ve Düyunu Umumiyeden hiçbir farkı yoktur.” (Star, 2002)”.

Yine 11 Eylül sonrasında IMF’nin tutumundan kaynaklanan değişiklikler, yani Türkiye’nin 17. stand-by düzenlemesinin son iki diliminin kullanılmasını durduran IMF’nin 11 Eylül sonrasında Türkiye’yi övücü beyanlarla birlikte 16 milyar dolarlık 18. Stand-by’ı devreye sokması da (Eğilmez, 2002), bu konuya ayrı bir örnek teşkil etmektedir. Hele hele Amerikan Fox-News televizyonunda düzenlenen Irak konulu bir panelde konuşan Dick Morris adlı siyasi analistin, uluslararası para fonu IMF’nin Türkiye’yi satın aldığını ve bu yüzden Ankara’nın, ABD’nin Irak harekatını desteklemek zorunda olduğunu, ABD’nin IMF’yi, IMF’nin de Türkiye’yi yönettiğini söylemesi (Ntvmsnbc-2002), gerçekten böyle bir şey olmasa bile dış borçlanmanın görünmeyen maliyetleri konusunda çarpıcı örnekler oluşturmaktadır.

  1. BORÇ YÜKÜ VE EKONOMİNİN GELECEĞİ

Dünya üzerinde iki farklı yapı bulunmaktadır. Bir yanda dış ticaret fazlaları veren, kar eden ve elinde büyük fonlar bulunduran bir yapı, diğer yanda ise kalkınma çabalarına destek için finansmana ihtiyaç duyan, bu finansmanı kendi imkanları ile karşılayamayan bir yapı. Yani bir yanda elinde 4 trilyon dolar gibi atıl para tutanlar, diğer yanda ise bu fonlara çok büyük ihtiyaç içinde olanlar. Dolayısı ile birbirini tamamlama durumunda olan, hatta bu konuda gönüllü olan iki ayrı oluşum vardır. Ancak bu oluşumlar birbirinin uzağında ve birbirine güvenme durumunda olmadıkları için, güvenilir kurumların aracılığına ve garantörlüğüne ihtiyaç duymaktadırlar. Bu da IMF, OECD, BIS, v.b. gibi uluslararası kuruluşların işbirliğine, kredi derecelendirme kuruluşlarının değerlendirmelerine bağlı bulunmaktadır.

İşte bu konuda beklentiler farklılaşmaktadır. Çünkü bir ülkenin büyük miktarlarda dış borç alabilmesi diğer siyasi ve beklentiye bağlı faktörler yanında o ülkenin dış ödeme kapasitesine bağlıdır. Bir ülkenin dış borç ödeme kapasitesi ise büyümesi ile ters orantılıdır. Yani ülke büyüdükçe değil, küçüldükçe dış borçlarını daha iyi ödeyebilmektedir. Çünkü büyüme kaynak tüketir, küçülme tasarruf sağlar. Doğal olarak kredi verme veya krediye garantörlük yapma durumundaki kurumların da borç isteyen ülkeden bekledikleri, küçülmesi ve tasarruf yapmasıdır. Küçülerek, bütçe fazlaları ve dış ticaret fazlaları verilerek, kredilerin geri dönüşümüne kolaylık sağlanmaya çalışılmaktadır.

Evet küçülen bir ekonomi tasarruf yaparak başlangıçta dış borçlarını daha iyi ödeyebilecektir. Ancak küçülen bir ekonominin uzun vadede borç ödeme kapasitesini devam ettirmesi de mümkün değildir. Çünkü bütçe fazlaları da, dış ticaret fazlaları da ancak büyüyen bir ekonomide artabilecektir. Turizm gibi, görünmeyen kalemler gibi kalemlerden beklenen döviz gelirleri çok farklı etkenlerce belirlendiği için, ülkenin dış ödeme kapasitesinde beklenen iyileşmeyi sağlayamayabilecektir. Zaten ülkemizin 2001 yılı itibariyle eksi %9 küçüldüğü ve toplamda 53 milyar dolarlık GSMH azalışına uğradığı vergi gelirlerinin (2002-59.6 katrilyon) borç faiz ödemelerini (2002-51.8 katrilyon) ancak karşılayabildiği göz önünde bulundurulduğunda sorun daha iyi anlaşılabilecektir.

İşte ekonomik sorunların başlangıç noktası budur. Ülkenin küçülmesi ile sağlanan dış borç artışlarının, bu küçük ekonomi ile ödenemeyecek boyutlara ulaşması dış borç krizlerini de gündeme getirecektir. Tabii ki bu olayın bir yönüdür. Olayın diğer yönünde küçülen ekonomide baş gösteren, işsizlik ve durgunluğun meydana getirebileceği sosyal olaylar, dövize olan talebin tetikleyeceği yüksek devalüasyonlar, milli paradan kaçışlar, ekonomik kaos ve oluşacak karamsarlıklardır. Şu anda Türkiye açısından bu düzeyde bir risk yoktur, ancak ekonominin kırılgan dengelerini de göz önünde tutmak gerekmektedir. Ülke iç borçlarını döndüremez hale geldiğinde IMF’yi yardıma çağırmış ve krizlerini IMF desteği ile savuşturmuştur. Tüm borçlanmaların döndürülmesinde güçlüklerle karşılaşılması halinde ise daha ağır faturalar ödemek gerekebilecektir.

  1. BORÇ YÖNETİMİ VE BORÇLANMANIN ASGARİ DÜZEYLERE İNDİRİLMESİ İÇİN YAPILABİLECEKLER

Borç sorununu çözebilmek için uygulanabilecek çeşitli alternatifler bulunmaktadır. Türkiye de borç sorununu çözebilmek için bu alternatiflerden birisine veya birkaçına müracaat etmek zorundadır.

  1. Bütçe Dışı Fazla

Türkiye’de borçların asgari düzeylere çekilebilmesi, borç yükünün azaltılabilmesi için yapılması gerekenlerin başında “Bütçe Dışı Fazla”ların arttırılması gelmektedir. Bütçe dışı fazlaların oluşabilmesi ise hem gelir arttırıcı tedbirlerin yürürlüğe konulması hem de gider azaltıcı düzenlemelerin yapılmasına bağlıdır. Ancak her iki uygulamada da çeşitli zorluklarla karşılaşılması muhtemeldir.

    1. Kamu Gelirlerinin Arttırılması Gereği ve Sorunlar

Türkiye’de kamu gelirlerinin en önemli kalemi olan vergi gelirleri bir türlü arttırılamamaktadır. Ülkemizde toplanması gereken verginin GYİH’a oranı %33.5 iken toplanan vergi sigorta kesenekleri hariç %17.1’dir. Bu da GSYİH’nın %13’ü oranında bir vergi kaybı olduğunu göstermektedir(Başaran, 2001; 48). Vergi kaçağı o kadar büyük boyutlardadır ki örneğin beyana dayalı vergilerden gelir vergisinin %95’i stopaj yoluyla alınan, %5’i beyan edilen vergilerden oluşmaktadır. Bu oranlar 1999’da %89,6, 2000’de 92,8’dir (Gelirler). Buradan da stopaj yoluyla alınamayan gelir vergilerinin büyük bir kısmının kaçırıldığı ve halkın vergi ödemede isteksiz olduğu sonucuna ulaşılmaktadır.

Türkiye’de kamu gelirlerinin ve özellikle vergi gelirlerinin arttırılması konusunda çeşitli öneriler getirilmektedir. Bunlardan en yaygın olanı da kayıt dışı ekonominin kayıt altına alınması ve vergi tabanının genişletilmesidir. Ancak her vergi düzenlemesinde bu amaçlar yer almasına rağmen bu güne kadar bu konuda bir başarı sağlanamamıştır. Kanaatimizce Türkiye’de vergi gelirlerinin arttırılamamasının en büyük sebebi devlet ile halk arasındaki güven sorununun aşılamamış ve devlet-millet kaynaşmasının sağlanamamış olmasıdır. Halkın vergi gelirlerinin sarf yerleri konusundaki kuşkuları ile devletin kendisini dışlayıcı uygulamaları halktaki vergi verme isteksizliğini arttırmaktadır.

    1. Gider Azaltıcı Düzenlemeler ve Sorunlar

Türkiye’de borçlanma yükünün esas kaynağını devletin finansman ihtiyacının büyüklüğü oluşturmakta, devlet bütün kaynakları yutmaktadır. Ekonomide GSMH’nın %70’ine yakın bir paya sahip bir devlet büyüklüğü(Akalın, 2001; 257), piyasayı ve özel kesimleri tümüyle dışlamış bir konum ortaya koymaktadır. Geçmiş yıllar itibariyle baktığımızda, devletin büyüklüğü ve israflarının çok büyük boyutlara ulaştığı görülmektedir. Ancak devletin küçültülmesi konusunda da belirli bir direnç bulunmaktadır. Çünkü kamu erkleri elindeki gücü ve imkanları kaybetmek istememekte, mevcut statükoda güçlü ve etkili olanlar konumlarının değişecek olmasını felaket olarak değerlendirmektedir. Bu düşünce devleti idealleştiren bazı ideolojik yaklaşımlarla da desteklendiğinde kamunun küçültülmesi düşünceleri karşısında büyük bir engel oluşmaktadır.

Kanaatimizce Türkiye’nin içine düştüğü borç batağından kurtulmasının, verimli ve etkin bir devlet ve toplum olmasının yolu özelleştirmeden geçmektedir. Evet devletin kamusal ve yarı kamusal mal ve hizmetleri üretmesi ve dağıtmasında çok çeşitli ekonomik yararlar bulunabilmekte; tüm bunların özelleştirilmesinin başlangıçta sosyal tasarrufları tamamen bitirebileceği endişelerinde haklılık görülebilmektedir. Ancak şu haliyle kamu ve kamu işletmeleri zaten düşük gelir gruplarının üzerinde bir yüktür ve bu yükün ağırlığı altında en fazla ezilen de yine düşük gelir gruplarıdır. Bu nedenle özelleştirmeyi vahşi kapitalizme geçisin bir adımı olarak değil, özellikle düşük gelir grupları ve yoksul halk kesimleri üzerindeki bürokratik zulmün sonu olarak görmek gerekmektedir.

  1. Konsolidasyon

Borçların yönetilebilirliği konusundaki tartışmalardan birisi de borçların konsolidasyonu yani kısa vadeli borç senetlerinin uzun vadeli borç senetleri ile değiştirilmesidir. Bu şekilde kamu maliyesi rahatlama imkanı bulacak, hazine de piyasalar da her hafta gerçekleşen ihale öncesi ve sonrası ekonomik baskılardan kurtulmuş olacaklardır. Gerçi iç borçların çevrilmesi için öne sürülen iç borçların konsolidasyonu önerisinin geçerli bir tedbir olarak görülmemesi gerektiği, böyle bir uygulamanın para ve sermaye piyasalarında güvensizlik oluşturarak reel faiz hadlerinin yükselmesine neden olacağı belirtilse de (Morgil, 2002), Türkiye de böyle bir uygulama 2001 yılı 15 Haziran’ında bankalarla yapılarak, yaklaşık 85 katrilyon liralık iç borç stokunun 9.8 katrilyonluk kısmı dolar (dolar fiyatı 1.160.000TL alınarak) bazında yıllık %14.45-14.89 faizli tahvillerle dövize çevrilmiştir. Yapılan takas işlemi ile ortalama vadesi 6 ay olan 9.8 katrilyon TL tutarındaki senet, ortalama vadesi 37.5 ay olan tahvillerle değiştirilmiştir (Hazine, 2001).

Türkiye’nin şu anda (2002 Sonu) dış borç stokunun %13’ü kısa vadeli, buna karşılık iç borç stoğunun yaklaşık %90’ı kısa vadeli borçlardan oluşmaktadır. Türkiye 2003’te anapara ve faiz yükü dahil olmak üzere 82 milyar dolarlık iç borç, 11,4 milyar dolarlık da dış borç ödemesi olmak üzere toplam 93,4 milyar dolarlık ödeme yapacaktır (Zaman-2003). Dolayısı ile 2003 yılında borç döndürme konusunda zorluklarla karşılaşılması muhtemel olabilecektir. Bu nedenle de 2001 yılında yapılmış konsolidasyonun bir benzerinin de karşılıklı anlaşma ile yeniden düşünülmesi gerekmektedir.

  1. Monetizasyon

Kamu borçlarının büyük boyutlara ulaştığı ve çevrilmesinde karşılaşılan sıkıntılar sebebiyle faizlerin çok yükseldiği bir ortamda, devlet borçlarının belli bir kısmının para basılarak ödenmesi de gündeme gelebilmektedir (Sönmez, 2003b). Merkez Bankası Kanunu'nda gerekli değişiklik yapılarak bütçe ödeneklerinin % 5'i kadar kısa vadeli avans kullanma imkanı getirilirse borç ödenmesinde önemli bir kaynak oluşturulabileceği ve likidite sıkıntısı çeken bir piyasada bunun fazla enflasyonist olmayacağı da belirtilmektedir (Canikli, 2002).

Dolayısı ile monetizasyon denilen iç borçların belli bir kısmının para basılarak finanse edilmesi de gündeme alınabilecek önerilerden biri olarak önümüzde durmaktadır. Ancak bu yol çok zorunlu durumlarda başvurulabilecek bir alternatif olarak görülmekte, iç borçların döndürülmesinde problemler yaşandığı bir ortamda böyle bir uygulamanın piyasalarda daha büyük dalgalanmalara yol açabileceğinin de gözden uzak tutulması gerekmektedir.

  1. Alternatif Borçlanma Araçları

Çok iyi bilindiği üzere Türk halkı, TL’nin yıllardır yüksek getiri sağlıyor olmasına rağmen yaşadığı acı deneyimleri göz önünde tutarak birikimlerini dövizde ya da altın gibi ekonomiye hiçbir katkısı bulunmayan enstrümanlarda tutmaya devam etmektedir. Ülkemizde birikim amaçlı altın mevcudunun 60 milyar $ civarında olduğu tahmin edilmektedir (Kurumsal, 2002; 6).

Yastık altında bulunan altınlarla, kuyumcuların elinde bulunan hurda altınlara dayalı bonolar çıkarılması için yapılabilecek bir mevzuat çalışması ile bu birikimlerin ekonomiye kazandırılması mümkündür. Çünkü Türkiye’de yastık altında büyük miktarlarda altın vardır. Sadece kuyumcuların elinde bulunan hurda altın miktarı 2 milyar dolar civarındadır. Bu altınlar rafine edilemediği için değerlendirilememektedir. Altın bonoları çıkarılarak, bu altınların ekonomiye kazandırılabilmesi mümkündür. Bu amaçla bono çıkarma yetkisini ilk etapta sadece bankalara verilebilir. Kuyumcular bankalarla çalışabilir. Bankalar, kasalarındaki altın miktarı kadar bono çıkarabileceği için yastık altındaki altınları da çekmeye çalışırlar. Yastık altından da bir miktar çıkarsa, ekonomiye en az 3 milyar dolarlık kaynak girer. Bu da ekonomiye bu sıkıntılı döneminde önemli bir katkı sayılır." Bu enstrüman konusundaki çalışmalar devam etmekte (Cansızlar, 2001) ve bir an önce ekonomiye kazandırılması gerekmektedir.

Ayrıca, Avrupa'daki gurbetçilerin birikimlerinden de bu amaçla istifade etmek mümkündür. Avrupa’daki Türk işçilerinin tasarruflarının 15 milyar markla, 200 milyar mark arasında olduğu tahmin edilmektedir (Avrupa). Avrupa Birliği sınırları içinde yaşayan 3.8 milyon Türk nüfusun 1 milyon 240 bininin aktif nüfus olarak çalıştığı belirtilmekte, bu aktif nüfusun 2001 yılında AB'ye katkısının "70 milyar Euro" olduğu açıklanmaktadır. AB'nin 2001 bütçesinin 92 milyar Euro olduğu hatırlandığında bu bütçeye yüzde 75'den fazla katkının Türk’lerden geldiği ortaya çıkmaktadır (Şen, 2003). Bu birikimlerin ve mali gücün güvenliği ve garantisi ön plana çıkan mali araçlarla Türkiye’ye aktarılması mümkündür. Böyle bir planlama ve pazarlama yapılabilirse kamu açısından çok önemli bir kaynak uzun vadeli olarak sisteme sokulabilecek ve kamu borç çevrilmesinde rahatlama sağlanacaktır. Bu konu geçmiş devlet adamlarımız tarafından da dile getirilmiş (Belgenet-2001), ancak gerekli psikolojik ortam sağlanamadığı için hayata geçirilememiştir.

  1. SONUÇ VE BEKLENTİLER

Yukarıda da kısmen anlatıldığı gibi borç bağış değildir. Borçların hem ekonomik hem de görünmeyen yükleri bulunmaktadır. İlk olarak dünyada borç vermeye istekliler olsa da, bunların talepleri ile ülkenin talepleri her zaman örtüşmeyebilmektedir. Öyle ise zorunluluk halinde yapılan borçların çok iyi değerlendirilmesine, yani faydasının maliyetinden büyük olmasına gayret edilmesi gerekmektedir. Yani borçlanmadan elde edilen gelirlerin en azından borcun faiz yükünü aşan bir verimlilikte kullanılması esastır. Aksi halde, yani borçların verimsiz alanlarda kullanılması durumunda ülkenin reel üretimi ve geliri haksız bir şekilde transfer edilmiş olacak ve ülke ya fakirleşecek veya gelir dağılımı ciddi şekilde bozulacaktır.

İkinci olarak, enflasyon ile birlikte dış borçlanmanın da ortaya çıkarabileceği krizler verimsizliğin sonucudur. Yani talebin arzdan fazla olduğu her durumda ya enflasyon ya krizle karşılaşılacaktır. Dolayısı ile temel sorun verimsizliktir. Öyle ise bu verimsizliği ortaya çıkaran, ürettiğinden fazla tüketen, hatta hiç üretmeden tüketen sektörlerin acilen verimsizlik oluşturan fazlalıklarının budanmasına ihtiyaç vardır.

Üçüncüsü ise, tüm güvensizlikleri ortadan kaldırmak gerekmektedir. Çünkü, kredilerin faiz oranlarını yükselten de, halkın tasarruflarını gömülemeye götüren de, devletin gelirlerini azaltıp, giderlerini arttırtan da, daha ucuza ve daha uzun vadeli gelebilecek olan yabancı sermayeyi kaçırtan da hep güvensizlik ortamıdır.

Ülkemiz 2002 yılı sonu rakamları ile yaklaşık 127 milyar dolar dış, 100 milyar dolar iç olmak üzere toplamda yaklaşık 227 milyar dolarlık borç yükü altındadır. Bu ise GSMH’sının bir mislinden fazla bir borcu temsil etmektedir ki, bu yük tüm borçlanma kriterlinin nerede ise karesidir. Dolayısı ile borçlanmanın ekonomik ve görünmeyen maliyetlerini asgariye indirmenin yollarına düşülmelidir. Aksi halde artan bu yük hem mevcut yönetim hem gelecek yönetimler açısından, sonuçta da Türk halkı açısından büyük bedeller ödenmesi sonucunu doğurabilecektir.

YARARLANILAN KAYNAKLAR

    1. Açba, Sait (1995), Osmanlı Devletinin Dış Borçlanması, Afyon Kocatepe Üniversitesi Yayınları, No:1.
    2. Akalın, Güneri (2001), Türkiye’de Piyasa Ekonomisine Geçiş Süreci ve Ekonomik Kriz, TİSK Yayınları.
    3. Akdiş, Muhammet (1995), Faiz Politikalarının Enflasyon Üzerindeki Etkileri ve Türkiye, Ankara, Yimder Yayınları.
    4. Akdiş, Muhammet (2000), Global Finansal Sistem, Finansal Krizler ve Türkiye, İstanbul, Beta Yayınları,
    5. Avrupa, (http://www.addmalatya.8m.com/Islamiholdingler3.htm).
    6. Aydın, Mustafa (2002), “Dünya Bankası Kurttur”, Aksiyon Dergisi, 27.4.2002.
    7. Başaran, Funda (2001), Toplantı Sonuç Raporu-Vergi Ödeyen Yurttaşların kamu Harcamaları Üzerindeki Hak ve Sorumlulukları, Friedrich Ebert Vakfı Yayınları.
    8. Belgenet (2001) (http://www.belgenet.com/2001/my_030401.html).
    9. Canikli, Nurettin (2002), Yeni Şafak Gazetesi, 22 Mart 2002.
    10. Cansızlar, Doğan (2001), http://www.milliyet.com.tr/2001/11/04/ekonomi/aeko.html
    11. Eğilmez, Mahfi (2002), “ABD ve küreselleşme-1”, www.mahfiegilmez.nom.tr, 12.2.2002.
    12. Ertuğrul Ahmet (1982), Kamu Açıkları Para Stoku ve Enflasyon, Yapı Kredi Bankası Yayınları.
    13. Eurostat, http://europa.eu.int/comm/eurostat/Public/datashop/print-product/EN?catalogue=Eurostat&product=1-eb070-EN&mode=download
    14. Evgin, Tülay (2000), Dünden Bugüne Dış Borçlarımız, www.hazine.gov.tr
    15. Gelirler, http://www.gelirler.gov.tr/gelir2.nsf.
    16. Hazine (2001) Hazine ve Dış Ticaret Müsteşarlığı (2001), http://www.hazine.gov.tr/duyuru/basin/takas_fiyat.htm
    17. Hazine (2002), (http://www.hazine.gov.tr/stat/83y-2002.htm).
    18. Işıklı, Alpaslan (2000), Dünya Bankası’nın Laik İmparatorluğu’nda Kumarhane Kapitalizmi, http://www.ileri2000.org/isikli4.htmx
    19. İSO (2002), 500 Büyük Sanayi Kuruluşu, İSO Dergisi, Ağustos-2002.
    20. Kurumsal Yatırımcıların Ülke Kalkınması Ve Ekonomik İstikrar Üzerindeki Etkileri (2002), Kurumsal Yatırımcı Yöneticileri Derneği, (http://www.kyd.org.tr/downloads/kurumsalrapor. doc)
    21. Mahfi Eğilmez, www.mahfiegilmez.nom.tr
    22. Morgil, Orhan (2002), Aso Medya Dergisi, http://www.aso.org.tr/asomedya/eylul2002/forumeylul2002.html.
    23. NTVMSNBC (2002), 3.4.2002.
    24. Sönmez, Mustafa (2003a), Kim yahu bu “piyasalar?”… www. ntvmsnbc.com, 18 Mart 2003.
    25. Sönmez, Mustafa (2003b), “Delikanlı Tayip Kardeşime…”, NTV-MSNBC-24.3.2003.
    26. Star Gazetesi (2002), 16.3.2002’den Naklen.
    27. Sügün, Tahir (2002), Ekonomik İstikrar Politikaları Açısından Kamu Finansman Dengesi ve Türkiye:1990-2000, Pamukkale Ünv. Sos. Bil. Ens. Basılmamış Y. Lisans Tezi.
    28. Şahin, Hüseyin (2000), Türkiye Ekonomisi, Bursa, Ezgi Kitabevi Yayınları
    29. Şanlı Ufuk, (2002), Borç Kapanı:imf, İstanbul, Selis Yayınları.
    30. Şen, Faruk (2003), (http://www.abhaber.com/nt_hbr_2003/nt_hbr_3594.htm).
    31. Şenesen, Gülay Günlük (2002), 1980-2001 Türkiye’de Savunma Harcamaları ve Ekonomik Etkileri, Tesev Yayınları.
    32. Temel, Adil-Kelleci, Mehmet Ali (1995) “Milli Gelirin Fonksiyonel Dağılımındaki Gelişmeler (1980-1994)”, Yeni Türkiye Dergisi, Sayı: 6.
    33. TOBB, (2001), Kamu Savurganlık Raporu, http://www.toplumsalbellek.org/tobb_savurgan.htm.
    34. Uluatam, Özhan (1981), Enflasyon ve Devlet Gelirleri, Ankara, SBF Yayınları, No:462.
    35. Ulusoy, Ahmet (2001), Devlet Borçlanması, Trabzon, Derya Kitabevi.
    36. USA, Dept (2003), http://www.brillig.com/debt_clock/.
    37. Worldbank (2002), http://www.worldbank.org/prospects/gdf2002/
    38. Zaman (2003), www.zaman.com.tr.,17.3.2003

*Akademisyen ve ekonomistler şiddetlenerek hızla Türkiye’ye doğru yaklaşan krize karşı ABD, Avrupa ve Çin gibi önlem alınmasını istiyor. Duayenlere göre adı canlandırma paketi olmasa da acilen önlem lazım *Yurtdışına güven vermek için IMF ile anlaşılmasını öneren ekonomistler, KOBİ’lerin kredi ilişkilerinde desteklenmesi gerektiği görüşünde. Uzmanlar faizlerin düşürülmesi ve kamu yatırımlarının artırılmasını öneriyor

İLKER PEHLİVAN (Arşivi) / NURİYE DOĞU (Arşivi)

ABD, Avrupa ve Çin dünya ekonomilerini sarsan finansal krize karşı art arda önlem paketleri açıklıyor. Akademisyenler hükümeti uyarıyor: Mali disiplini biraz gevşetmeyi göze alıp, ekonomiyi bir an önce canlandırın

İSTANBUL - ABD’de başlayıp Avrupa’ya, ardından da gelişmekte olan Asya ülkelerine yayılan kriz, tahminlere göre 2009 yılında hızlanarak devam edecek. ABD, Avrupa ülkeleri ve Çin’in önlem paketleri açıkladığı son bir ayda hükümetin hiçbir önlem almayıp Türkiye’nin hâlâ ‘güvenli bir liman’ olduğunu vurgulaması ekonomistlerden tepki alıyor. Akademisyenler geç kalınmasına rağmen acilen bir kriz planı yapılması gerektiğini söylüyor.

Etkilemez demişlerdi
ABD kaynaklı mortgage kriziyle mali piyasalarda kendini gösteren küresel ekonomik dalga, 15 Eylül’de iflasını açıklayan ABD yatırım bankası Lehman Brothers sarsıntısıyla derinleşerek, dünyaya yayılmaya başladı. ABD’li finans devinin batışını, yine başta ABD olmak üzere, Avrupa’dan da birçok finans kuruluşu izledi. ‘Kriz etkilemez’ diye düşünülen Çin ve Rusya gibi gelişmekte olan ülkeler bile kasırgaya yakalandı.

Domino etkisi
Krizin mağduru ve sorumlusu ABD, tedirgin piyasaları yatıştırmak için büyük bir adım atarak 700 milyar dolarlık kurtarma paketi oluşturdu. İlk olarak ülkedeki finans şirketlerine 250 milyar dolar sermaye yardımı yapmaya başladı. ABD ayrıca ABD Mevduat Sigorta Şirketi’nin (FDIC) garantisiz banka borçlarını, faizsiz mevduatı ve bordro hesaplarını garanti edeceğini açıkladı.
Kurtarma paketi 700 milyar dolarlık harcama yetkisinin yanı sıra yaklaşık 150 milyar dolarlık bir vergi indirimini de beraberinde getiriyor. Böylece ABD kurtarma planının mali boyutu toplam 850 milyar dolara ulaşıyor. Bu arada dün de tüketicinin eğitim ve taşıt kredisi alabilmesi için banka dışı kredi kuruluşlarının da destekleneceği açıklandı. Bankaların borç vermeyi büyük ölçüde durdurmasının ardından çoğu gelişmiş ülke ekonomisinin gelecek yıl küçülmesi beklenirken, Çin gibi yeni yükselen güçler de kredi krizinin yarattığı domino etkisiyle mücadele ediyor.

G20 karar aldı
Dünyanın en büyük dördüncü ekonomisi Çin’in ise geçtiğimiz hafta 2010 yılına kadar ağırlıklı olarak altyapı ve sosyal projelerde kullanılmak üzere 4 trilyon yuan (586 milyar dolar) kamu harcaması yapacağı açıklandı.
Hükümet ayrıca orta seviyede gevşek bir para politikası uygulanacağını açıkladı ki bu daha fazla faiz indirimi olabileceği anlamına geliyor. Çin, eylül ortasından bu yana faizlerini üç kez indirmişti. Dünya ekonomisinin yüzde 90’ını temsil eden G20 ülkelerinin maliye bakanları ve merkez bankaları da kredi krizinin olumsuz etkilerine karşı durmak için gereken bütün önlemleri alacaklarını belirtti.

Türkiye ne yapmalı?
Türkiye ise dünyadaki telaşa rağmen hiçbir şey yokmuş gibi davranıyor. Ülkenin en önemli ekonomist ve akademisyenleri zaman kaybetmeden, ismi paket olmasa da acilen bir plan oluşturulması gerektiğini söylüyor. Ekonomistlerin ortak görüşü IMF ile anlaşma ve KOBİ’ler için bazı devlet kaynaklarını kredilere teminat göstermek. Hükümetin ABD gibi finans sistemine yardım etmesinin gereksiz olduğunu, bankaların zaten 2001 krizinden bu yana güçlendiğini ifade eden ekonomistler, iş dünyası ile finans kesimi arasında bağı güçlendirmesi gerektiğini belirtiyor.

‘Sektörel yardım yapın’
Ayrıca reel sektör için vergilerin azaltılması ve bürokrasinin azaltılması önerileri geliyor. İhracatın ve ekonominin lokomotifi olan inşaat ve otomotive de döviz girdisi için destek verilmesi gerektiği söyleniyor.
Akademisyen ve ekonomistlere Türkiye’nin ekonomiyi canlandırma paketine ihtiyacı var mı diye sorduk. Ekonominin uzmanları, şu önerilerde bulundu:

‘Gurbetçilerin dövizi kullanılmalı’
Uğur Gürses (Radikal ekonomi yazarı): Olayın üç boyutu var. ABD’nin paketi biraz farklı. Mali sistemi kurtarmaya yönelik birşey. O çökerse ekonomi çökecek diye düşünüyorlardı. Çin ise ekonomiyi canlandıracak uyarıcı bir paket hazırlıyor. Türkiye’de ise her ikisine de ihtiyaç var. Merkez Bankası’nda yurtdışında çalışan işçilerin 10 milyar avroluk döviz mevduatı var. Bu para Ziraat Bankası’na devredilmeli ve sisteme yansımalı. Bu para finansal sisteme likidite enjektesi olacak.
İkinci olarak mahalli idareler ve yerel yönetimler bütçesinde 5 milyar YTL’lik artış var. Bu ödenek reel sektöre destek paketi olarak kullanılmalı. Reel sektör çeşitli yerlerden kredi kullanıyor. Zorda olanlara ayrı bir reel sektörü destekleme ajansı kurulabilir. Bunun üzerinden zorda olanların borçlarının yenilenmesi için ajans destek sağlayabilir. Ancak bu siyasi bir karardır.
Son olarak dışarıda yapılması gerekenler var. Türkiye Merkez Bankası ABD Merkez Bankası Fed’e gidip 30 milyar dolarlık SWAP imkânı sağlayabilir. Hükümet Uluslararası Para Fonu (IMF) ile anlaşıp 20 milyar dolar da alabilir. Bu rakamlar döviz likiditesi açısından gelecek için çok önemli.

‘Korkunun ecele faydası yok’
Korkmaz İlkorur (Radikal yazarı): Canlandırma paketi deyince Türkiye’de büyümeye yönelik bir sorunu konuşuyoruz demektir. Elbette Türkiye’nin büyümeye ihtiyacı var. Mevcut durumda gerileme söz konusu olduğuna göre büyümeyi kışkırtıcı bir pakete ihtiyaç var. Türkiye 30-40 yıldır sürekli IMF paketleriyle yaşadığı için çok siyah ya da beyaz ekonomi poltikalarını takip etti. O da enflasyona endeksli olduğu için enflasyonda azma tehlikesi varsa büyüme kısılmış oldu. Yine bu ikilemi yaşıyoruz. Büyümeyi teşvik edici paketle ortaya çıkarsak enflasyonu azdırırız diyenler olacak. Ben buna karşıyım. Mevcut durumda büyümeyi teşvik edici paket ya da önlem alınmalı. Bunun enflasyonist politika aracıyla olması gerekmez. Yani faizleri düşürmek daha geniş bir para politikası takip etmek illaki enflasyona yol açacak diye bir şeyi ben kabullenmiyorum. Türkiye’de ancak dışarıdan para gelirse büyünür diye bir mit de var. Bu bir yere kadar doğrudur. Şarttır ama yeterli şart değildir. Öte yandan bütçe genişlemesi yapılınca da çarpan etkisi fazla olmayan yerlere gidiyor. Prodaktivitesi olan genişlemeyi yapabilirseniz bunun da bu ortamda tehlikesi yok. Enflasyona karşı alacağımız her türlü tedbir enflasyonun tersinde deflasyon tehlikesini de beraberinde getirebilir. Yapılacak şey özel sektörün yaratıcılığını sağlayacak tedbirler almak. Büyüme için Türkiye’nin uzun süredir yapmadığı şeyler var. Yapısal refarmları yapıyor gibi görünüyor ama hiçbir şey yapılmıyor. Emek piyasalarındaki katılıklar sendika hareketi yavaşlamasına rağmen çok ciddi boyutta. Herkes mal ve hizmet akımlarından pay almak için her şeyi yaparken emek piyasalarındaki katılıkları azaltmadan yapamazsınız. Ürün piyasalarında da katılıklar var. Dünya rekabet endeksinde gerilerdeyiz. İş yapma endeksinde yine öyle. Türkiye’nin bir pakete ihtiyacı var. Taklitçilikle olacak birşey değil. Neye ihtiyaç var buna bakacağız. Esnek para politikası gerektiğine inanıyorum. Faizleri düşürülmüyor çünkü üç kuruş döviz gelmez diye korkuluyor. Ama korkunun ecele faydası yok. Yanlıştan dönülmeli. Onun için IMF mührü çok önemli. Yapılması gerekenler terzi işi olmalı. Bu paket politika geliştirmesi açısından Türkiye için bir fırsat.

‘Yeni politika gerekiyor’
Prof. Dr. Asaf Savaş Akat (Bilgi Üniversitesi Ekonomi Profesörü): Olayı teşvik paketi olarak koymak yanlış olur. Türkiye’nin önce küresel mali kriz ve küresel resesyon karşısında maliye ve para politikası opsiyonlarını ve bunların içerdiği açmazları hızla tartışması ve değerledirmesi gerekir.
Özellikle reel kesime verilecek teşvik, maliye veya para politikasından vazgeçilmesiyle mümkün olur. Kime vereceğimizi tartışmadan önce ne kadar verebileceğimizi ve ne vermemiz gerektiğini tartışmamız lazım. Daha genel bir yeni maliye ve para politikası koşullarının oluşturulmasına bakılmalı. Ben IMF ile anlaşmaya hiçbir zaman çok sıcak bakmadım. Anlaşma taleplerinin de gerçekçi olduğunu düşünmedim. Anlaşmanın yararı olacağını da fazla düşünmüyorum. Kemal Derviş’in anlaşmasından sonra 2004 yılında IMF ile yeni anlaşmaya karşı çıktım. O zaman yapmayın demiştim, şimdi haklı çıktığım görünüyor. O zaman yeni program yapılmasaydı şimdi anlaşma yapmayı konuşmaya bile gerek kalmazdı.

‘Merkez faiz indirmeli’
Dr. Mahfi Eğilmez (İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde Ekonomi Politikası dersleri veriyor, Radikal yazarı): Bu konuyu üretim ve tüketim olmak üzere iki bölüm olarak düşünmeli. Üretimde finansman ve reel sektör olmak üzere iki sektör var. Tüketimde ise tüketici ve finansman unsurları var. Finansman sektörü kredi imkânı sunuyor. Böyle bir canlandırma paketini finansman, tüketici ve reel sektör olmak üzere üç bölümlü çarkı düşünerek yapmak lazım. ABD’de finans için bir yardım paketi açıklandı. Sanayi için henüz yapmadılar ama planlıyorlar otomotiv için. Bir yandan da tüketicilere birtakım imkânlar sağlamaya çalışıyorlar. Talep canlanmazsa yapılacak bir şey yok. Bizde de buna benzer bir pakete ihtiyaç var.
Mali disiplini biraz gevşetmek uğruna biraz sanayiye destek olunmalı. Finansman kısmında bankaların pek sorunu yok gibi görünüyor. Vergileri düşürmek lazım. Zam yapmamak, yapılan doğalgaz zammını da geri almak lazım. Merkez Bankası’nın faiz indirimine giderek tüketiciye giden faizi düşürmesi gerekiyor.

‘Önce sorunlar belirlenmeli’
Prof. Dr. Güngör Uras (Ekonomi yazarı): Yaklaşmakta olan krizden çıkış için her şeyden önce Türkiye’nin bir ekonomi programına ihtiyacı var. Bir paketten önce yapılacak programla sorunların hangi kesimde olduğu belirlenmeli diye düşünüyorum. Daha sonra ona göre yapılması gereken finansman koşulları gündeme gelmelidir.

‘KOBİ’ler zorlanacak’
Doç. Dr. Metin Ercan (Boğaziçi Üniversitesi İktisat Fakültesi Öğretim Üyesi, Radikal yazarı): ABD’deki yardım paketi mali kriz problemi içindi. Çin’de ise reel sektör ön planda. Türkiye’de mali değil ama reel sektörde ciddi problem yaşanabilir. Önceden hamle yapmak yararlı olur. Çin altyapıya önem veriyor. Sabit yatırımları artırıyor. Yüzde 12 büyüyorsa yüzde 4-6’sı sabit yatırımlardan geliyor. Türkiye’de büyümede ciddi sorun yaşanacak. Bizim de böyle bir projeye ihtiyacımız var. Altyapı, demiryolu, karayolları, inşaat gibi sektörlere yatırım yapılabilir. Bunun fonlamasını da yapmak lazım. Büyük şirketler kendini kurtaracak durumda ama KOBİ’lerde büyük sorun olabilir. Ezbere değil ama karşılığında fon da açılmalı. Mali sektörümüz ise sağlam durumda. Ama reel sektörün ciddi yardıma ihtiyacı var.

‘En kötüye göre tedbir almalıyız’
Prof. Dr. Güven Sak (TEPAV Direktörü, TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi Rektör Yardımcısı): Mali piyasalardan doğan ekonomik dalgalanma bize doğru geldi. Altı ay içinde ciddi olarak hissetmeye başlayacağız. Türkiye’nin şimdiden o günlere hazırlık yapması gerekiyor. Yakında bizim de ABD ve Çin’in açıkladığı gibi ekonomiyi canlandırma paketine ihtiyacımız olacak. Bu nedenle Türkiye de bir an önce kendi şartlarına uygun paketini tasarlamalı. Aslında tüm dünyayı etkisi altına alan bu krize yine küresel tedbirler lazım. Bu şekilde belki dalganın şiddeti bize ulaşmadan kontrol altına alınabilir. Ama böyle devam ederse bir yılı bulmadan bize de gelecek. Ancak, Türkiye’nin kurtarma paketi sadece finans, reel sektör ya da tüketiciye yönelik değil, hepsini içine alan komplike bir paket olmalı. Yoksa sadece reel sektörü kurtarmaya yönelirse tüketici ne yapacak? Bunun için mutlaka maliyetleri azaltmalıyız. Türkiye 2009 bütçesini krize göre düzenlemeli. En kötü senaryoya göre şimdiden tedbirlerimizi oluşturmalıyız. Ayrıca IMF ile de bir an önce anlaşmaya varılmalı, geç bile kalındı. Ancak IMF artık eski IMF değil, herkes bu yeni hale alışmaya çalışıyor. Biz de öyle yapacağız. Ne kadar geciktirirsek anlaşmayı, maliyeti o kadar artar. Zaten anlaşacağız bu belli bir şey, boşu boşuna zamanı uzatmayalım.

‘Pakete ihtiyacımız var’
Ali Ağaoğlu (Ekonomi yazarı): Böyle bir pakete her zaman ihtiyaç var. Ancak paket için de kaynak gerekiyor. Bu kaynak bütçe açığı verilerek temin edilir. Ama bize daha sonra yüksek faizle geri dönebilir. Böyle bir paket hazırlanırsa para balık tutmayı öğreteceğimiz insanlara verilmeli. Özellikle ihracata yönelik ve üretime yönelik olanlara verilmeli. Tüketimde kısa süreli iyileşmelerin uzun vadede faydası olmaz. Alınacak önlemler otomotiv ve tekstil gibi ihracata yönelik sektörleri rahatlatmaya yönelik olmalı. Ekonomide katma değer sağlanacak alanlar bunlardır.
Ayrıca KOBİ ve bankacılık sisteminde gerginliği azaltacak önlemler alınmalı. Banka ve şirketler arasındaki kredi ilişkileri şu an gerildi hatta sertleşmeye doğru gidiyor. Bunu yumuşatacak önlemler alınmalı. Aracılık maliyetleri azaltılmalı ve gereksiz vergiler ortadan kaldırılmalı.
Öte yandan IMF ile anlaşmada çok geç kalındı. Gelecek para fayda sağlamaz ama bunun bize sağladığı itibar önemli. Bunun sayesinde yurtdışında daha az riskli olarak algılanacağız. Bankaların yurtdışından aldığı para hem ucuzlayacak hem de daha uzun vadeli olacak.

‘Önlemler kullanılmasa da hazır olsun, her an gerekebilir’
Prof. Dr. Fatih Özatay (TOBB-ETÜ İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dekanı, Radikal yazarı): Yapılması gereken ilk şey bize benzer ülkelerin aldıkları kararların Türkiye açısından aleyhli durum oluşturmamasına dikkat etmek. Bazı gerekli yasal hazırlıkların yapılması gerekiyor. Mesela mevduata güvence verilmesi ve gerekirse bankalara sermaye enjeksiyonu yapılması gibi. Şimdi yapılmasa da bunlar hazır olsun ve kamuoyuna açıklansın. Her an gerekebilir.
Ama diğer taraftan 2009’da büyüme hızımız düşecek, hatta negatif olma ihtimali yüksek. İşsizlik de artacak. Bunlara karşı önlem alınması gerekiyor. Yasal hazırlıklar mali sistemde karışıklık çıkarsa önlemek için. Ama şu an böyle bir şey yok. Tabii ki tsunami büyürse hazır olalım. Bu olsa da olmasa da 2009 kötü geçecek Türkiye için. Birkaç kanalda olacak. Biri dışarıdan gelecek kredi kanalının azalmasıyla olacak. Bankaların dışarıdan temin edeceği kredi miktarı azalacak. Bizim bankalar şirketlere daha az kredi açacak. Mallara olan talep azalacak. Belirsizlik ortamında insanlar yatırımlarını erteleyecek. Özellikle büyük harcamalar ertelenecek. Bunlara karşı ne yapılabilir. Temel ilke olağanüstü dönemden geçtiğimiz için olağanüstü önlemler almak olmalı. Sorunlardan biri olan dışarıdan kaynak miktarını artırmak için IMF ile anlaşma yapmak gerekiyor.
Merkez Bankası’nın bilançosunda yurtdışında çalışan işçilerin mevduatları bulunuyor. Bunların krediye dönüştürülebilir hale gelmesi gerekiyor. Mevduatlarda bankalar zorunlu karşılık tutuyor, bunlar azalabilir. Türk Lirası zorunlu karşılıklar da azaltılabilir. Bütçeden kaynak aktarılarak bir fon oluşturulabilir, bu fon şirketlere kefil olabilir ve bankaların riski azaltılabilir.
2009 yılı bütçesi kabul edilmeden önceliklerini vakit geçirmeden değiştirmek lazım. Örneğin belediyelere kaynak aktarma bu krize cevap olmayabilir. Onun yerine krediye dönüşebilir bir mekanizma kurulabilir.
Bunları yaparken illa ki bir şey bekleniyorsa karşılığında işçi çıkarmayacak şirketlere kefil olunabilir. Ayrıca işsizliği azaltmak için beceri artırıcı kurslar oluşturmak gerekiyor.

‘Ekonomi bağırıyordu, şimdi iyice zor durumdayım diyor’
Prof. Dr. Mustafa Aysan (Finansbank Yönetim Kurulu Üyesi ve Denetim Kurulu Başkanı, Radikal yazarı): Amerika kredi piyasasında kötüye giden kredilerin peşinden gitmenin anlamsız olduğunu anlayıp, ekonomiyi canlandırmak için kurtarma paketini açıkladı. Doğru bir karar verdi. Çünkü kötü kredileri ayıklamak çok zor. Türkiye’de de kötüye giden sistemi düzeltmek için bir kurtarma paketi lazım ama bunun için örgütlenmek gerekiyor. Bunu Hazine de direkt olarak yapabilir. Hazine’den temsilcilerle şirketlerin sermayelerine katkı sağlanabilir. Türkiye’de zaten bir yıldır kötü göstergeler vardı. Ekonomi, ‘çok ağır borçlu firmalar var, tedbir alın’ diye bağırıyordu, faiz yükseliyordu. Bunların hepsi birer uyarıydı ama tedbir alınmadı. Ben de bir yıldır, bunların düzeltilebilmesi, şirketlerin batmaması için bir sistem oluşturalım diye defalarca yazdım. Tedbirler alınmadı, şimdi ne oldu? Sanayi üretimi düştü, kapasite azaldı. Ekonomi artık, ‘iyice zor durumdayım’ diyor. İşletmeler işçi çıkarmalara başladı. Bir an önce oluşturulacak bir fonla şirketlere sermaye yardımı yapılmalı. Devlet hazır bir fonla sermayeye katkıda bulunmalı. Bunun için belki Ziraat Bankası ya da Halkbank’a görev verilebilir. Oluşturulacak bu paket, hem reel sektöre, hem finans sektörüne aynı anda yardımcı olmalı. Bu sırada Merkez Bankası da piyasaya bol bol para vermeli, şimdi yaptığı gibi korka korka değil. Şu anda tüm ülkeler bunu yapıyor, enflasyondan endişe etmeden.
Türkiye’yi bekleyen en büyük tehlike, işsizlik ve üretimin düşmesi. Bu nedenle maliye politikaları buna göre düzenlenmeli. Ama Ankara’da kriz henüz ciddiye alınmıyor. Mesela devlet en kötü zamanda doğalgaz zammı yaptı, bu dönemde olmamalıydı. IMF ile de bir an önce anlaşmaya varılmalı. Hatta üç ay önce yapılmalıydı. Böylece hem güven hem para sağlanacak piyasaya. Bu konuda ne kadar gecikirsek, Türkiye ekonomisi için o kadar kötü olacak. Tabii, siyasi irade bunların arkasında olmalı ki söylediklerimiz uygulanabilsin.

‘Para politikasını gevşek tutalım’
Prof. Dr. Deniz Gökçe (Bahçeşehir Üniversitesi Öğretim Üyesi): Açıklanan ekonomiyi canlandırma paketlerini gelişmiş ülkelerle gelişen ülkeler arasında ayırmak gerekir. Türkiye bu konuda ABD ve Çin ile aynı kefeye konulamaz. ABD’nin açıkladığı paket bütçe sorunu olmayan ülkeler için. Biz neden böyle bir paket açıklayamıyoruz. Çünkü cari açık sorunumuz var, ekonomik krizler yaşamış bir geçmişimiz var ve bu nedenle riskli bir ülkeyiz. Bu dönemde Türkiye’nin yere sağlam basması lazım. Bu noktada devletin kısa vadeli borcu olmaması güçlü yanımız. Döviz açık pozisyonu ve özel sektörün döviz borçlu olması da zayıf tarafımız.
Ancak 2001 krizindeki gibi bir çöküş endişesiyle karşı karşıya değiliz. Biz şimdi birdenbire ekonomik paket için bütçeyi genişletirsek, dünyada Türkiye ile ilgili algı değişecek. Bunu yapmazsak da işsizlik ve enflasyon yükselecek. Peki ne yapmalıyız? Öncelikle para politikamızı gevşek tutmalıyız. Bunun için de en kısa zamanda IMF ile anlaşma yapmamız lazım. Şu anda döviz açısından IMF’ye ihtiyacımız yok ama Türkiye’ye güven açısından var.
Fatih Özatay’ın da önerdiği gibi piyasaya gerekli desteği bilanço üzerinden yani daha fazla bütçe açığı vermeden gelirden değil de servet üzerinden yaratmamız gerekiyor.

‘Reel sektöre yönelik yeni vergi reformu oluşturulmalı’
Prof. Dr. Erinç Yeldan (Bilkent Üniversitesi Ekonomi Öğretim Üyesi): ABD’nin ekonomiyi kurtarma paketi finansal erimenin önüne geçemedi. Türkiye’de küresel krizin nasıl yansıyacağını düşünürsek de, birincisi finansman kanalından etkileneceğiz. İkincisi finansmana bağlı olarak kredilerin daralması ve maliyetlerin artmasıyla reel sektör ciddi olarak etkilenecek. Bu nedenle Türkiye’de de bunlar için taze fona ihtiyaç var, uygun bir ekonomik paket hazırlanmalı. Paketin ilk unsuru da döviz borçlu reel sektöre yönelik olmalı. Bu yüksek borçları rahatlatacak bir vergi indirimi ya da kamulaştırma gerekiyor. Türkiye açısından şu dönemde iç talebin durduğu, ihracatın azaldığı bir durgunluk tehlikesi yaşanıyor. Ekonomideki belirsizlik nedeniyle de piyasada bir güven sorunu var. Kamuya ya vergi indirimi uygulanmalı ya da vergi yapısı değiştirilmeli. Gelir vergisinin kapsamı genişletilerek, harcamalar üzerindeki vergiler azaltılmalı, kayıt dışılığın önüne geçilmeli. Yani hazırlanacak paket reel sektöre yönelik bir vergi reformunu kapsayabilir.
Örneğin finansal kesim vergilendirilerek, oradan bir canlılık yaratılabilir. Şu anda sanayi üretiminin düşüşü, işsizliğin artışı, ihracat pazarlarının daralması gibi açıklanan birçok unsur, ekonomideki durgunluğa işaret ediyor. Krizin şiddetli dönemine giriyoruz. 2009’u da kapsayacak şekilde durgunluğun devam edeceğini düşünüyorum. Bir anda çöküş değil de, zamana yayılmış bir durgunluk bekliyorum. Türkiye şu anda böyle bir sıkıntı içinde. Kaynak sorunu için de IMF programı karşımıza çıkıyor. Bu noktada IMF programından ne anladığımızı düşünerek masaya oturmalıyız. Çünkü bu, borçları çevirmek için yurtdışından yüksek faizle döviz bulma arayışı. Bu nedenle bu konuda iyi düşünmek gerek, çünkü IMF ile anlaşmak sadece el sıkışmak değil. Yani IMF, kamu harcamalarını azaltmayı, kamu desteğini çekmeyi ve cari açığa rağmen yüksek faizle dışarıdan borçlanmayı içeriyorsa ben bu programa karşıyım. Türkiye’nin elini kolunu bağlamayacak, teknik açıdan yenilenmiş bir programı ise kabul ediyorum. Özetle, bunları düşünmeden IMF ile ilgili kesin bir slogan olmamalı, ‘anlaşmalıyız ya da anlaşmamalıyız’ diye.

‘Devlet yardıma karşılık hisse almalı’
Prof. Dr. Vefa Tarhan (Northwestern ve Loyola Üniversitesi Finans Profesörü): Türkiye’nin de bir ekonomik kurtarma paketine mutlaka ihtiyacı var. Çünkü Türkiye ekonomisindeki sıkıntıların hepsi birbiriyle bağlantılı. Durum kompleks ama bir bakıma da iyi. Çünkü bir problemi çözerseniz birbiriyle bağıntılı olarak hepsi çözülecek. Benim önerebileceğim paket şöyle: Türkiye’nin ihtiyacı olan en önemli unsurlardan bir tanesi sermaye piyasalarının oluşturulması. En azından beş yıllık olacak şekilde özel sektörün borç alabilmesi lazım. Mesela Brezilya hisse senedine dönüştürülebilir tahvil piyasası kurdu. Türkiye gibi ülkeler için böyle bir piyasa çok gerekli. Hükümet enflasyonu düşünmeden faizleri indirmeli, çünkü bunu düşünmek lüks olur. Ayrıca Merkez Bankası da Para Politikası’nı gevşetmeli. Bütün çözümler reel sektör odaklı olmalı. Bu paket için öncelikle IMF ile anlaşmak şart. Devletin bankalara ve bazı şirketlere karşılığında hisse senedi alarak yardım etmesi lazım. Çünkü hisse senedi fiyatları düşük. Devlet bunu ihraç edecek ve para bulacak. O parayla da ülkesine yardım edecek. Küresel kürem yok ama krizin henüz dip noktasına ulaştığına inanmıyorum. En azından 2009 da ekonomi için kayıp yıl olacak.

‘Pakete gerek yok IMF çıpa olsun’
Prof. Dr. Erol Katırcıoğlu (Bilgi Üniversitesi Ekonomi Bölüm Başkanı, Radikal yazarı): Kriz için pakete ihtiyaç olmadığını düşünüyorum. Yalnızca IMF ile borç ilişkisi olmaksızın bir çıpa oluşturmaya yönelik bir ilişki kurulmalı. Bunun piyasanın ihtiyacı olan güven konusunda katkı sağlayacağını düşünüyorum. Türkiye ekonomisine ilişkin güven unsuru olması bakımından da çıpa olur.
Türkiye’de korkulacak şey özel sektörün 200 milyar dolarlık borcu. Burada kısa dönemli olanlar 50 milyar dolar civarında. Burada da atılması gereken bir adım olduğunu düşünmüyorum. Bunu hükümetin üstlenmesi gerekmez.

‘Bu bizim krizimiz, büyüğü martta gelir’
Prof. Dr. Hurşit Güneş (Marmara Üniversitesi Öğretim Üyesi): Türkiye’ye de mutlaka bir ekonomiyi canlandırma paketi gerekiyor. Ama bugün böyle bir paketin hazırlanmasında iki engel var. Bir tanesi uzun süredir Türkiye yüksek cari açık taşıyor. Cari açık bu seviyelerde olmasayadı kamu harcamalarını artırarak ekonomiyi canlandırmak mümkün olabilirdi. İkincisi hükümet. Hükümet hâlâ topluma güven vererek, ‘sıkıntı yok’ diyerek krizi ertelemeye çalışıyor, ufak tefek bazı çalışmalar dışında somut önlem almıyor. Hazırlanacak paket için öncelikle mali sektörde bazı çalışmalar yapılmalı. Bir kere acil olarak dış mali yardıma ihtiyaç var. Biri Avrupa Birliği’nden, diğeri IMF’den. Onun dışında Merkez Bankası kaynaklarını mali piyasaya açmalı. Kamu harcamalarında içeriğin değiştirilmesiyle de, ekonomik büyüme rahatlatılabilir. Türkiye’nin şu anda yaşadığı sıkıntı küresel krizden değil. Bu kendi krizimiz. 2006’da başlayan büyüme yavaşlamasının sonuçları bunlar. Küresel krizin etkileri martta gelecek. Bu günler Türkiye’nin iyi günleri yani. Hükümet almadığı önlemlerin sıkıntısını asıl o zaman görecek. Türkiye yanlış politikalar sonucu krizden en ağır etkilenecek ülkelerden biri olacak.

‘Türkiye’nin paket yapacak gücü yok’
Prof. Dr. Seyfettin Gürsel (Bahçeşehir Üniversitesi): Türkiye’nin ekonomik paket çıkarmaya olanağı yok. ABD yapar ama Türkiye bunu yapamaz. ABD dünyanın parasıyla yapıyor bunu. Yine borçlanarak yapıyor. Makroekonomik açıdan sağlam. Ama Türkiye’nin böyle bir şansı yok. Yani ABD, Çin gibi ekonomiyi canlandıracak paket yaratamaz. Açıklar ama içini dolduramaz, onlardaki olanaklar yok çünkü. Türkiye ABD de değil, Çin de. Türkiye’nin kısa vadede yapabileceği tek şey IMF ile anlaşmak. Onun dışında verimliliği artıracak çözümlere yönelinmeli. Maliyetler mutlaka azaltılmalı. Tabii bunlar siyasi iradenin seçimlerine bağlı olarak yapabilecek şeyler. Krizin Türkiye’ye etkisi beklediğimizden daha şiddetli oldu. Öngörülerden daha kötü vurdu kriz. Önümüzdeki altı ay içinde de daha şiddetlenecek gibi görünüyor. Altı aydan sonrası da küresel ekonominin gidişatına bağlı olacak. Ama ikinci çeyrekten sonra bir toparlanma olabilir dünya genelinde ve Türkiye’de. Türkiye’nin maliye politikası ve kamu harcamalarında da reform gerekiyor, bir yerden kısmak lazım.

‘Ümük sıkma işi boşa çıktı’
Prof. Dr. Taner Berksoy (Bahçeşehir Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dekanı, Radikal yazarı): Türkiye için bir paket hazırlanması gerektiğini ilk söyleyenlerden biriyim. Bu krizin bize uzanacak ucu durgunluk olacak. Bizim politikalarımızı durgunluğa karşı kurgulamamız lazım. Canlandırma paketi olabilir. Olacaksa bir ucunda faiz indirmek diğer ucunda kamu harcamalarını artırmak var. Olayın finansal boyutunda büyük sorun olmadığı için bankaların bir şeye ihtiyacı yok. Bankaların krediyi daraltmalarını önleyici bir yön vermek lazım. Hem dış talepte bir daralma olacak hem de iç talepte 2007’nin birinci çeyreğinden itibaren yavaşlama var. Bu krizle beraber ciddi boyuta gidecek. Maliye tarafı kamu harcamalarını atırmalı. Enflasyonla büyüme arasında sıkışacağız diyordum geldiği nokta bu. G20 maliye bakanları IMF ile toplantı. IMF önümüzdeki dönemde maliye politikasını gevşetin dedi. Faizleri indirin, kamu harcamalırını artırın, vergiyi düşürün diyor. IMF’nin tarafına da ters ama olayı doğru algıladıklarını gösteriyor. Kriz nedeniyle eski görüşlerinden vazgeçmiş görünüyor IMF. Yani Başbakan’ın ümük sıkma işini boşa çıkarıyor. Krizin merkezinde durgunluk başlayınca resesyon koyulaşacak. Seçim dönemine gelmesi şanssızlık.