Döviz kuru sistemlerinin bir ucunda serbest değişken kur sistemi (freely fluctuating exchange rate system), diğer ucunda ise sabit kur sistemi (pegget exchange rate system) yer almaktadır. Ancak bu iki sistem arasında pek çok uzlaştırıcı uygulama modelleri bulunmaktadır.
1. Sabit Kur Sistemi
Temel özelliği döviz kurlarının belirli bir seviyede tutulması olan sabit kur sisteminin en eski olanı altın standardı olmakla birlikte, günümüz ekonomilerinde kağıt para sistemlerinde de sabit kur sistemi uygulanabilmektedir
Bu sistemde ülkeler sabit kurdan paralarını bir değer standardına bağlayarak bir parite kuru oluştururlar ve piyasa kurunun da bu parite etrafında dar sınırlar içinde değişmesine izin verirler. Paritenin altındaki ve üstündeki dalgalanma sınırları, ne derece genişletilirse sisteme o derece esneklik tanınmış olur. Bu sistemin lehinde ve aleyhinde çeşitli görüşler mevcuttur. Bilimsel çevreler bu sistemi desteklerken, hükümet yetkilileri, ithalatçı ve ihracatçılar, bankacılar, dış yatırımcılar ve dış piyasalardan borçlananlar sisteme sıcak bakmamaktadırlar. Olumlu argümanlar olarak, paranın gerçek değerini yansıtması, dış ödemeler bilançosu dengesini kurması, dış rezervlere ihtiyacı azaltması ve ekonomiyi dış şoklardan koruması gibi unsurları sayabiliriz. Sisteme karşı olanlar ise, ticaret ve yatırımlara caydırıcı etkisi olduğunu, yurt içi enflasyonu artırabilme potansiyelinin olduğunu ifade etmektedirler.
Sabit kur sisteminin Türkiye'de uygulanabilirliği hususuna bakacak olur isek; Türkiye ekonomisi, TL'nin sabitlenebileceği USD+Euro sepetinin gerektirdiği ABD ve Almanya ağırlıklı bir dış ticaret yapısına sahip olmakla, sabit kur sistemine uygun gözükse de, başka hiçbir ülkede olmayan kronik yüksek enflasyon yüzünden bu sistem oldukça risklidir. Ayrıca, ithalatın, ihracatın yaklaşık iki kat büyüklüğünde ve ithalatın döviz kuru karşısında oldukça esnek olması, kurun sabitlenmesi anında ithalatın ve dolayısıyla da dış ticaret açığının da ciddi boyutlara yükselmesine neden olabilmektedir. Özellikle, 2000 yılında yaşanan tecrübe sonrasında, enflasyonu aşağı çekmede etkili bir silah olsa da sabit kur sistemini uzun vadeli kullanmak Türk ekonomisi için son derece sakıncalı olabilecektir.
Serbest Değişken Kur Sistemi
Esnek (flexible) kur sistemi veya yüzen (floating) gibi değimlerle de ifade edilen bu sistemde döviz kurları aynen rekabetçi piyasa koşulları altındaki bir mal gibi, döviz piyasasındaki arz ve talep güçlerinin işleyişine bırakılmıştır. Döviz piyasasındaki değişiklik piyasa talebinin veya arzının değişmesiyle doğru Diğer yandan uygulamada sınırsız bir değişken kur sistemine rastlamak çok zordur. Hükümetler uluslararası ticaret ve mali ilişkilerde belirsizlik doğurması, enflasyonu hızlandırması gibi nedenlerle döviz piyasalarına müdahale ederek aşırı dalgalanmaları önlemeye gayret ederler. Hükümet müdahalesi kurlar yükselirken, Merkez Bankası'nın serbest piyasada döviz sapması, düşerken ise piyasada döviz satın alması şeklinde gerçekleşmektedir. Ancak Merkez Bankası'nın yukarıda sözü edilen müdahale politikasını uygulayabilmesi için ülkede yeterli miktarda resmi döviz rezervinin bulunması gerekmektedir.
Son birkaç yıldır ekonomistler, Merkez Bankacılar ve ekonomi politikasında karar alma durumunda olan otoritelerin, özellikle, Türkiye, Brezilya ve Kore gibi yükselen ekonomilerde uygulanacak olan en doğru politikanın bir uçta para kurulu, diğer uçta da serbest dalgalı kur ya da sabit kurun olduğu bir "uç" politikanın olması gerektiğini ifade etmektedirler. Özellikle 1990'lı yıllarda uygulanan çıpalı kur, güdümlü kur ve tırmanan kur gibi karma kur politikalarının başarılı olmaması bu fıkrin gelişmesinde etken olmuştur. Öte yandan, aynı dönemde para kurulu-sabit kur politikası uygulayan Arjantin'in bugünkü durumu ile diğer pek çok ülkede uygulanan para kurulu-sabit kur politikasının ciddi başarılar yaratmaması bu iki uç politikaya da endişeyle yaklaşımı gerektirmektedir. Zira son yıllarda, pek çok dalgalı kur politikası uygulayan gelişmekte olan ülkelerde oluşan paradaki değer kaybı yani devalüasyon oranının o ülke içindeki yüksek enflasyon ya da dolar/EURO ve dolar/yen paritelerindeki dolar lehine yükselmeden çok dış dünyadaki ekonomik gelişmelerle bağlantılı olduğu ortaya çıkmıştır.
Tüm bu gelişmeler göstermektedir ki, ekonomi poitikalarının önce laboratuvarlarda test edilip, sonra belirli sonuçları almak için ilgili ülkelerde uygulanması diye bir durum söz konusu olmamaktadır. Her ülkenin kendi iç dinamikleri yanında uluslararası gelişmelere karşı vereceği reaksiyon, sonuç almakta belirleyici olmaktadır. Nominal çıpa politikasını öneren de IMF, yerine dalgalı kur politikasını getiren de IMF olduğuna göre demek ki bu tür kurumlarında bir politika esnekliği vardır.
Konuyu Türkiye açısından değerlendirecek olursak, yüksek enflasyon beklentileri azalmadıkça ve kötü bütçe politikaları sona ermediği sürece bu kur sisteminin ülkemizde uygulanması pek mümkün görülmemektedir. Zira, Türkiye'de zaten yıllardır süre gelen kronik-yüksek enflasyon vardır. Serbest kur rejimi, ani dalgalanmaların getireceği belirsizlikle zamların yetersiz kalacağı riskini artırarak enflasyonun daha da yükselmesine neden olabilecektir. Ayrıca, özellikle para piyasaları pek derin olmadığı ve TL yatırımları yüklü döviz borçları ile finanse edildiğinden kurların serbest bırakılması finansal sistem başta olmak üzere ekonomide derin yaralar açabilecektir.
O halde yukarıdaki bulgular ışığında, Türkiye'ye doğrudan yabancı sermaye akışı başlayıncaya, rezerv birikimi sağlanıncaya ve kamu sektörü finans dengesi oturuncaya kadar "uç" politikalar yerine enflasyon hedeflemesi de dahil iki "uç" arasında kalan yelpaze içinden ülke koşullarına uygun ve aynı zamanda 2002 yılında uygulanacak iç borç dinamiğine kalıcı bir çözüm getirecek şekilde yenilenmiş bir "çıpalı uzaktan kumandalı" melez ama gerçekçi bir kur politikası tespit etmek gerekmektedir. Nitekim, Türkiye'nin 1983-2000 yılları arasında döviz sıkıntısı çekmemesinin en büyük nedeni de yukarıda sözü edilen müdahaleli esnek kur politikası benzeri bir sistem kullanmış olmasıdır.
III. Türkiye Ekonomisinde Yapılan Kur Ayarlamaları Doğrultusunda Devalüasyonun Dış Ticaret Dengesi Üzerine Etkileri
Devalüasyon
Sürekli dış açık veren bir ülkede, hükümete kararı ile döviz kurunun yükseltilmesine, diğer bir ifade ile ulusal paranın dış değerinin düşürülmesine devalüasyon denir. Bunun tersine ise yani dış ödeme fazlası veren ülkelerde dış dengeyi sağlamak üzere resmi döviz kurlarının, hükümet kararı ile düşürülmesine diğer bir ifade ile ulusal paranın dış değerinin yükseltilmesine de revalüasyon denir. Ancak serbest değişken kur sistemlerinde arz ve talebe bağlı olarak döviz kurlarının yükselmesi olayı ulusal paranın değer yitirmesi (depretiation), döviz kurlarının düşmesi de ulusal paranın değer kazanması(appreciation) demektir.
Diğer yandan, esnek kur rejimIerinde kendiliğinden oluşan kur değişmeleri için devalüasyon ve revalüasyon terimleri kullanılmaz. Ancak her ne kadar isim farklılıkları söz konusu ise de, her iki sistemde de kur değişmelerinin doğuracağı etkiler hemen hemen aynıdır. Devalüasyonun başarılı olabilmesi için diğer bazı şartlarında eş güdümlü olarak sağlanması gerekir. Özellikle, dış açıklar, ulusal ekonomide verim düşüklüğü, üretim yetersizliği, teknoloji ve yönetimde gerilik gibi yapısal nedenlere bağlı olduğu sürece devalüasyonun etkisi daha da düşük olacaktır. Bu gibi durumlarda, dış ticaret endüstrilerinde ve genel olarak ekonomide üretimi artırıcı ve rekabeti geliştirici, kısa ve uzun dönemli önlemler üzerinde durulmalıdır.
Ayrıca, talep esnekliğinin yüksekliği, ihraç mallarının arz esnekliği, ithal mallarının yabancı arz esnekliği fiyatların sabit tutulması ve yerleşik piyasalar ve tüketici alışkanlıkları devalüasyon un başarısını etkileyen diğer faktörlerdir. Devalüasyonun diğer muhtemel etkileri ise, yurtiçi gelir ve fiyatlar üzerine, kaynak dağılımı üzerine, yabancı sermaye girişleri ve işçi dövizleri üzerine ve dış borçlar üzerine olan etkileridir.
Diğer yandan, devalüasyon, ithal malları üzerine aynı oranda gümrük vergisi koyma ile, ihraç malları üzerine aynı oranda pirim vermekten başka bir şey olmadığı için, bilinenin aksine kur ayarlamaları içe dönük ve dışa dönük sanayilere aynı oranda ve nötr bir şekilde koruma ve teşvik vermektedir. Gerçekçi kur politikası uygulanmaz veya devalüasyonlar yüksek oranlı ve geciktirilerek yapılırsa ihracat sektörlerinin cezalandırıldığı ve ithal ikameci endüstrilerinin de teşvik edildiği Türkiye ve birçok ülke tecrübesinden anlaşılmıştır.
Gerçekçi bir kur politikasının ihracat üzerine etkileri Khan 0974) tarafından 15 gelişmekte olan ülkedeki uygulamalar göz önünde tutularak incelenmiştir. Bu araştırmaya göre bazı ülkelerde ithalat talebinin fiyat esnekliği bire yakın ve bazılarında da birden büyüktür. Birden büyük olduğu ülkeler ise ithalat yasakları, kotalar ve yüksek gümrük duvarları gibi ithalat kısıtlamalarının yüksek olduğu ülkelerdir.
Devalüasyonu takiben ihraç edilen sınai mallarda arz esnekliği kısa vadede bile birden büyük, geleneksel tarım ürünlerinde ise ancak uzun vadede birden büyüktür.
Özetle, gelişmekte olan ülkelerde üretilen mallar dış ticarete konu olunca bu malların fiyatlan bu ülkeler için veri olduğundan, yapılacak iş doğru bir kur politikası uygulanması ve bu politikanın uyumlu bir iktisat politikası demeti ile desteklenmesidir. Bu durum sağlandığında, üstte de bahsedildiği üzere ihracat artışının sürekliliği sağlanmış olacaktır.
Ne tür bir kur politikasının seçileceği hakkında ise kesin bir yargıya varmak oldukça güçtür. Çünkü kur politikasının esnekliği ve başarısı uygulama biçiminden ve uygulayıcılara olan itimadın derecesinden de büyük ölçüde etkilenmektedir. Kurun tespitinde para otoritelerinin etkisi var ise de, devalüasyon oranının hesaplanması zordur. Çünkü, geleceğe ait beklentilerdeki değişmelerden döviz kuru derhal etkilenmektedir. Diğer bir ifade ile genellikle kurlar gelecekteki beklentileri, mal fiyatları ise bugünü ve geçmişi yansıtmaktadır. Bunun sebebi ise, mal alış ve satışlarının genellikle anlaşmalara bağlı olmasıdır. Bu yüzden, döviz fiyatı değişen iktisadi olaylara çok daha çabuk uyum göstermektedir.
Kur Hareketlerinin İhracat Üzerindeki Sektörel Etkisi
Kur hareketlerinin ihracat üzerindeki etkisi orta ve uzun dönemde kendini göstermektedir. Sektörlerin ihracatları, diğer faktörler aynı kalmak kaydıyla döviz kurunun bir fonksiyonudur. Kurların reel olarak artması sektör ürünlerinin yurtdışı pazarlarda döviz cinsinden ucuzlaması ve sektör ihracatının artması sonucunu doğuracaktır. Kurların reel olarak yavaşlaması ise sektörün ihracatı üzerinde yavaşlatıcı etkide bulunacaktır. Arıi yada süregelen bir devalüasyon ortamında döviz kuru reel olarak değer kazanacaktır. Bunun anlamı ise, ihracatçı sektörlerin gelirlerinin üretim maliyetlerinden daha hızlı artmasıdır. Diğer yandan, üretim maliyetleri içinde ithal girdilerin payı, kur hareketlerinin sektörlerin gelir ve karlılıkları üzerindeki etkisini belirleyen önemli diğer bir faktördür. Satılan malın maliyeti içinde ithal girdilerin payı ile toplam satışlar içinde yurtdışı satışların payı birbirine yakın olan sektörler, düşük kur riski taşımaktadır.
Balıkçılık, Hazır Giyim, Kürk İşlenmesi, ve Boyama Sanayi, Tütün Ürünleri Sanayi, Elektrikli ve Optik Aletler Sanayi ve Tekstil Sanayi toplam satışları içinde ihracatı %30'un üzerinde olan sektörlerdir. Dolayısıyla bu sektörlerde kur hareketlerinin toplam satışlar üzerindeki etkisi diğer sektörlere göre daha fazladır.
Sağlık ve Sosyal Hizmetler, Finansal Aracılık, Elektrik Gaz ve Su, Eğitim, Diğer Toplumsal, Sosyal ve Kişisel Hizmetler, Kok Kömürü, Rafine Petrol Ürünleri ve Nükleer Yakıt Üretim Sanayi, İnşaat, Tarım, Avcılık Te Ormancılık, Kağıt ve Kağıt Ürünleri ile Basın ve Yayın Sanayi, Madencilik ve Taş ocakcılığı, Kimya Sanayi toplam satışlar içinde ihracatın payı %20'nin altında olan sektörlerdir. Bu sektörlerde kur hareketlerinin toplam satışlar üzerinde etkisi diğer sektörlere göre daha azdır.
Emlak Komisyonculuğu, Kiralama ve İşletme Hizmetleri, Otel ve Restoranlar, Madencilik ve Taşocakcılığı, Eğitim, Kimya Sanayi, Diğer Toplumsal, Sosyal ve Kişisel Hizmetler ve Diğer Metal Dışı Madenler Sanayi ise net satışlarının 0/05'inden fazla döviz pozisyonu açığı veren sektörlerden bazılarıdır. Bu sektörler, kurların serbest dalgalanmaya bırakılarak fiili devalüasyon yapılmasından dolayı en fazla kambiyo zararı elde edecek sektörlerdir.
Sonuç
Son iki yılda IMF'den 15 milyar dolar kullanıldığı halde yıl sonu itibariyle enflasyonun %90 olması ve milli gelirin de %10'dan fazla azalması beklenmektedir. Diğer yandan, Kasım 2000 ve Şubat 2001 krizleri sonrası dolar bazında milli gelirimizin üçte birini kaybetmiş bulunuyoruz. Bu .temel makro değerler göstermektedir ki, dalgalı kur sistemi acilen terk edilmelidir. Dünyanın hiçbir yerinde serbest dalgalı döviz kuru politikası uygulanmamaktadır. Zira, dalgalı kur yabancı sermaye çıkışını teşvik ettiği gibi, yabancı sermaye girişini de engellemektedir. Ayrıca, mali sistemin yarısından fazlasının(3) döviz cinsinden olduğu bir ülkede spekülatif hareketlerden uzak durmak mümkün değildir. Bir de geçen ay yazdığı makaleden dolayı işinden koyulan bankacının belirttiği "manipülasyonlar" söz konusu olunca dalgalı kurun aşırı bir tehlike oluşturduğu görülmektedir. Şimdi "dalgalı kur rejimini" kaldırmaya yanaşmayan hükümet zamanla "serbest-kambiyo rejiminden" feragat etmek zorunda kalabilir. Bu durum ise Türkiye'nin tekrar 1980'ler öncesi kapalı ekonomi politikalarının izlendiği dönemlere gitmesine neden olabilir. Nitekim, Türkiye'nin 1983 2000 arasında döviz sıkıntısı yaşamamasının nedeni müdahaleli esnek kur politikası uygulaması olmuştur. Ayrıca, son iki ayda enflasyon rakamlarının da yüksek çıkmasının temel nedeni dövize dayalı girdilere yapılan sürekli zamlardır. Bu zamların temel nedeni ise IMF’nin uygulattığı dalgalı döviz kuru rejimidir. Zira, döviz kuru politikası girdi maliyetlerini artırırken, artan fiyatlar insanların alışverişlerini kısıtlamalarına ve paralarını dövize çevirerek daha fazla ekonomi dışına çekmelerine neden olmaktadır. Bu eğilim ise döviz fiyatlarının daha fazla yukarıya doğru tırmanmasına yol açmakta ve sonuçta TEFE daha hızlı artmaktadır.
Diğer yandan, Türkiye'deki ekonomik krizi sadece kur politikalarına bağlamakta yanlıştır. Kur politikaları yanında, paranın konvertibilitesi ve ekonominin kısa vadeli spekülatif para hareketlerine açılmasının kurlarda ve faizlerde yol açtığı istikrarsızlık ile sanayileşme politikasızlığı ve Dünya Ticaret Örgütü ve Avrupa Birliği ile olan uluslararası yükümlülüklerimizden kaynaklanan nedenlerden dolayı ithalatı kontrol edemeyişimiz sebebiyle döviz gelirlerinin ülkenin döviz kazanma potansiyelini artıracak yatırımlarda kullanılamaması engelinin de aşılması gerekmektedir.
H. Halil Vanlı
| | |||||||||||
Goldman Sachs, dünyanın önde gelen yatırım bankalarından... Yayınladığı raporlarla piyasayı yönlendiriyor, ülkeleri değerlendiriyor. Bu dev kuruluşun en son raporu Türk bankacılık sektörü üzerine... Sektörü gelişmekte olan ülkelerle değerlendiren rapor, bir yandan içinde bulunduğu duruma yönelik saptamalar yapıyor, diğer yandan çok hayati öngörülerde bulunuyor... Bu önemli raporda sektördeki kritik noktalara da dikkat çekiliyor. Son dönemde bankacılık sektöründe çok önemli gelişmeler yaşandı. Şu sıralar etraf sisli ve kimse önünü kola kolay göremiyor. Yaşanan gelişmelerin nasıl sonuçlanacağı herkes tarafından merakla bekleniyor. İşte, böyle bir ortamda, dünyanın önde gelen yatırım bankalarından Goldman Sachs çok önemli bir rapor yayınladı. 13 Mart 2001 tarihini taşıyan “Banks-Turkey” (Bankalar-Türkiye) adlı bu rapor, Türk bankacılık sektörünün içinde bulunduğu koşulları değerlendiriyor, geleceğe yönelik çok hayati öngörülerde bulunuyor. Goldman Sachs’ın raporundan çıkan en önemli mesaj şöyle özetlenebilir: “ Genel olarak bakıldığında çok da olumlu bir havaya sahip olduğu söylenemez”. Raporda Türk bankacılık sektörünün bütün zayıflıkları eleştirilmiş ve alınması gereken önlemlerin tek tek altı çizilmiş. Rapor,Türkiye’nin önünde zorlu günler olduğunu ve bankacılık sisteminin halen risk içerdiğini anlatıyor. Capital olarak raporun bir özetini vererek, bu konuda dışarıdan bir kuruluşun nasıl bir bakış açısına sahip olduğunu ortaya koymaya çalıştık. İşte Goldman Sachs’ın değerlendirmeleri ana başlıklarıyla şöyle: “Hala birçok risk var” Türk bankacılık sisteminin öz sermayesinin büyük çoğunluğu çok şubeli, büyük bankalara ait. Bu nedenle sistem hala risk içeriyor. Açıkçası, Türk bankalarını zorlu ve uzun bir yeniden yapılanma süreci bekliyor. Bu sürecin maliyetinin 35 milyar doları aşacağı düşünülüyor. Ayrıca, 10 milyar dolar tutarındaki açık pozisyon nedeniyle, Türk Lirası’nın devalüe olmasından sonra sistemin kaybının 3 milyar dolara ulaştığı tahmin ediliyor... Bu da uluslararası muhasebe sistemindeki (IAS) öz sermayenin kabaca yüzde 30’unu teşkil ediyor. Ek olarak, eğer piyasada devlet tahvilleri mimlenseydi, öz sermaye sıfıra inebilirdi. Öz sermaye pozisyonunun tekrar kazanılması ihtimali düşük ve sistemdeki öz sermayenin neredeyse tamamı büyük bankalarda. Yeni dönemde likidite sorununa dikkat etmek gerekiyor. Bu sorunun hala çözülememesi kaygı uyandırıyor. Bir an önce yeniden yapılandırma ve konsolidasyon çalışmalarına başlanması gerekiyor. Yeni bir IMF paketi olmaksızın konsolidasyon ve yeniden yapılanma çalışmalarının yapılması pek mümkün gözükmüyor. Bu şartlar altında da, para basma ve iç borçlanmadaki yapısal çalışmaların riski yükseliyor. Sistem nasıl sağlığına kavuşur? Türk bankaları konusunda ihtiyatlıyız ve şu konular büyük önem taşıyor... Bu noktada şu başlıklara dikkat çekmekte yarar var: * Bankacılık sistemini kurtarma çalışmaları sırasında likiditeye ve ayakta kalmaya çalışmaya odaklanmakta yarar var. Uzun dönemde, Yapı Kredi ve diğer özel bankalar daha güçlü piyasa payı elde edebilirler. Bankacılık sektörü daha kârlı bir duruma gelebilir. * Yabancılar, bankaları pozitif bir yaklaşımla değerlendirmeye başlamak için, etraflı ve güvenilir bir yeniden yapılanma programına geçildiğini görmek istiyorlar. Uygulanacak programın, hem kamu hem özel bankaların ihtiyacı olan sermayenin zamanlaması ve ölçüsü konusunda rehberlik etmesi gerekiyor. * Türkiye’deki kamu finansmanı sorunları da bankacılık sisteminin yeniden yapılandırılmasıyla aynı süreçte ele alınmalı. Bu zaman zarfından etkin bir politik liderliğe ihtiyaç var. “Top hükümetin kucağında” Hükümetin şu anda içinde bulunduğu durumu hızla çözmesi mümkün görünmüyor. IMF, Dünya Bankası ve onların büyük ortaklarından gelen göstergelere göre şimdilik yeni para akışı olasılığı da düşük. NATO üyesi Türkiye’nin jeopolitik önemine rağmen, hükümet zayıf uygulamasının faturasının Washington’dan yollanacak bir çekle kapatılabileceğini bekleyemez. Bunun iki nedeni var: *IMF ve Dünya Bankası’nın Türkiye’ye yolladıkları yardım paketleri daha önce Asya ve Latin Amerika’ya yolladıklarıyla neredeyse aynı seviyede. *1997-1998 Asya ve Rusya krizlerinden farklı olarak, Türkiye’deki kriz, OECD ülkelerine veya gelişmekte olan piyasalara bulaşabilecek bir tehdit gibi görünmüyor. “İç borç yeniden yapılanmalı” Faizleri aşağı çekmek için iç borçlanma konusunda yeniden yapılanma gerekecek. Bunun için iç borcun yüzde 85-90’ını üzerinde taşıyan yurtiçi bankalarla anlaşma yapılması gerekecek... Bunun, mayıs-haziran ayı gibi gerçekleşeceğini düşünüyoruz. Operasyonun başarısı, yapıldığı dönemdeki faizlerin seviyesine bağlı. Faizler ne kadar düşük olursa, yapılanmanın maliyeti hükümet için o kadar karşılanabilir gerçekleşecektir. Türk ekonomisi, faizlerin zirveye çıktığı, enflasyonun ne olacağının tahmin edilemediği ve gelir beyanlarıyla bilançolara zarar gelmesi ihtimali olan bir dönemde. Böyle bir dönemde, Türk bankalarının kazançları üzerine tahmin yapmak olanaksız. Önümüzdeki 6–12 ay içinde analizin odağında bilançonun sağlamlaştırılması ve sürdürülebilir gelişmenin bulunması gerekiyor. Eğer yatırımcıların bankalara olan güveni geri kazanılmak isteniyorsa, bankalar ve yetkililer şeffaf olmak ve sık sık açıklama yapmak durumundalar. Türkiye’deki büyük bankalar pek çok kriz atlattı; 1994’teki devalüasyon, 1997-1998 Asya krizinde ve 1998’de Rusya’da yaşanan karmaşanın yarattığı sıkıntılı ekonomik dönemlerde ayakta kalmayı başardılar. Eğer 1994 krizinde yaşananlar gelecekteki performanslar için bir gösterge olarak kabul edilirse; Yapı Kredi, Garanti, Akbank ve İş Bankası gibi özel bankalar da dahil olmak üzere, büyük ölçekli bankalar sorunlarını rahatlıkla aşabilecektir. Bu bankalar son krize güçlü bilançolarla girdiler. Krizi sermaye bazında önemli bir kayıp yaşamadan atlatabilirler. “Türkiye’nin rating’i daha düşük” İki ayrı ülkede yaşanan iki ayrı kriz asla birbirinin aynı olamaz. Krizlerdeki farklar ülkeler için temel makro unsurlarla ilişkilidir. Yine de süreçler birbirine benzer ve değerlendirme yapmayı kolaylaştırır. Daha önceki örneklere bakacak olursak bir iyi bir de kötü haber bulunuyor: Kötü haber; bankacılık krizleri stresli ve maliyetli süreçlerdir. İyi haber; bankacılıkta yaşanan karmaşalar değişim için güçlü bir katalizördür. Krizlerin sonuna gelindiğinde çoğunlukla daha sağlıklı bir bankacılık sistemi oluşur. Türkiye’de maalesef bankacılık sistemi oldukça kırılgan. Buna bağlı olarak, Asya’da yaşanan tecrübelere dayanarak, krizin sağlam olan kurumları kırılgan bankacılık sisteminden ayıracağı söylenebilir. Hong-Kong, Singapur ve Filipinler, dibe vurmalarıyla sonuçlanabilecek krizleri engelleyebildiler. Çünkü, öncelikle kurumlardaki, yönetim ve bankacılık sektöründeki yapısal zayıflıklar daha az sayıdaydı. Sonra, onların daha az reforma ve yapısal değişikliğe ihtiyacı vardı. Türkiye’de durum biraz farklı... Kore, Malezya, Tayland ve Endonezya, bankacılık sistemine dayanan yapısal kırılganlıklarından ötürü zarar görmeye devam ediyor. Tayland, Kore ve Endonezya, sürekli olarak sonunun nereye varacağı belli olmayan sorunlar yaşıyor. Bununla beraber, Türkiye, Asya ve Latin Amerika ile kıyaslandığında daha az “rating” alıyor. Türkiye’de hala tahsil edilemeyen kredilerin kurtarılması için hiçbir plan yapılmadı. Yönetmelik çatısı, bağımsız bir düzenleyici kurum oluşturulduğundan beri gelişiyor. Fakat kurumdaki çalışan sayısı yeterli değil. Geçmişte bankalar, bünyesinde bulunan kurumlara yüklü borçlar veriyordu. Bu nedenle, bankaların yönetmelik çatısının ve kredi kültürlerinin oldukça zayıf olduğu anlaşılıyor. Yüksek enflasyon gibi unsurlar Türkiye’yi, Türkiye’ye has ve ciddi zorluklarla karşı karşıya bırakıyor. Arjantin-Türkiye analizi Arjantin de Türkiye’ye benzer kriz yaşayan ülkelerden biri... Arjantin’de, 1995 Meksika’da yaşananlarla tetik alan kısa süreli bir kriz yaşandı. Kriz, güven kaybından kaynaklanan kısa vadeli likitide sıkışmasıyla ortaya çıktı. Diğer bir etmen ise bir sonraki devalüasyon yaşayacak olan ülkenin Arjantin olması beklentisiydi. Yine de Arjantin devalüe olmadı ya da çapasından ayrılmadı. Hem lokal hem yabancı yatırımcılar, paralarını bankalardan büyük ölçeklerde çekmeye başladı. Birkaç ay içinde bankacılık sektörü mevduat tabanının yüzde yirmisini kaybetti. Kaliteye yönelik çaba kırılmakta olan bankacılık sektörünün konsolidasyonunu hızlandırdı. Böylece, denge ve güven hızla geri kazanıldı. Meksika yaralarını 10 yılda sardı 1991–1994 yılları arasında Meksika da bir kriz yaşadı. Kriz, Meksika ekonomisinin ve bankacılık sisteminin yapısındaki zayıflıkları ortaya çıkardı. Bankacılık sektörü 1990 yılında yabancılardan çok lokale yönelik özelleştirilmişti. Sektör, 1991-94 yılları arasında yüklü miktarlarda ve kolayca borç dağıtarak zayıflamıştı. Meksika bankacılık sistemi böylece iflas etti. Daha sonraki on yılı iyileşme çalışmalarına ayırmak zorunda kaldı. 1994 ve 1996’daki Meksika krizi pezo devalüasyonu kaynaklı görülüyordu. Fakat, aslında devalüasyon önceden var olan zayıflıkları bir araya getirdi. Bu zayıflıklar, 1994 yılı sonuna doğru yeni hükümetin başa gelmesinden hemen sonra çeşitli ekonomik dengesizlikler sırasında oluşmuştu. “YENİDEN YAPILANMANIN MALİYETİ 35 MİLYAR DOLAR” Goldman Sachs yetkilileri, bankacılık sektörünün yeniden yapılandırılması çalışmalarının maliyetinin yüksek olacağı görüşündeler. Bu konudaki yorumları şöyle: “Türk yetkilileri, bankacılık sektörünün yeniden yapılandırma çalışmasının maliyetini 25 milyar dolar olarak belirtiyorlar. Piyasalar ve ortam hızla dengeye kavuşsa bile, biz bu rakamın 35 milyar doları aşacağını tahmin ediyoruz. Maliyet, şu anki kura göre Türkiye’nin Gayri Safi Milli Hasılası’nın (GSYH) yüzde 20-28’ini teşkil edecek. Türkiye’deki çalışma en pahalı yeniden yapılandırmalardan biri olacak. Tayland, Meksika ve Endonezya’ya yakın rakamlar söz konusu. Bu ülkelerdeki yeniden yapılanma çalışmalarının maliyeti Gayri Safi Milli Hasılalarının (GSYH) yüzde 25-30’u civarında tutmuştu.” BREZİLYA’DA NELER YAŞANDI Goldman Sachs’ın raporuna göre, Türkiye’de yaşanan krize ışık tutabilmek için Brezilya, Meksika ve Arjantin’deki krizlerin iyi incelenmesi, Türkiye’deki sıkıntıların bu ülkelerde yaşananlarla kıyaslanması gerekiyor. Brezilya’nın temelde sağlıklı olan bankacılık sektörü, hem 1995 Meksika hem de 1998-99 Rusya krizini diğer ülkelere kıyasla daha az zarar görerek atlattı. Çünkü, Brezilya’da zaten 1999 yılı için devalüasyon beklentisi vardı. Bankalar çok iyi hazırlanmışlardı. Beklentilerin tersine, 1999 yılı başındaki devalüasyon sonrasında enflasyon düşük kaldı. Bunda işçi sendikasının verdiği desteğin payı büyüktü. Borç verirken limitlere sadık kalınmıştı. Ayrıca, yöneticiler ve yetkililer proaktif hareket ettiler. 1995-97 Meksika krizi sonrası birkaç banka kapandı. Sonuç olarak, bankacılık sektörü Asya ve Rusya krizlerinden güçlenerek çıktı. 1999’daki devalüasyon, aynı zamanda Brezilya’daki makro dengeyi onaran sürecin bir sonucuydu. Itau Banco ve Bradesco gibi iyi yönetilen özel sektör bankaları konsolidasyonu hızlandırırken, piyasa paylarını ve kârlarını artırdı |
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder