24 Kasım 2009 Salı

İnsanlığın Bilinen Geçmişi

Teknoloji ve İnsan
İnsanlığın Bilinen Geçmişi



İnsan olarak anılan canlı varlık, üzerinde yaşadığımız Dünya gezegeninin ve güneş sistemimizi oluşturan tüm gezegenlerin en akıllı canlısıdır. İnsanı diğer canlılardan farklı kılan en önemli özelliği aklı ve yetenekleridir.

İnsan, bilinen geçmişi süresince çevresinde oluşan hareketle­ri ve bunların nedenlerini, üzerinde yaşadığı dünyayı, güneş sis­temini, kendi galaksisini ve tüm evreni algılama yolunda sürek­li çaba sarf etmiştir. Et ve kemikten oluşan vücudu ile yapama­yacağı işleri, yarattığı âletlerle yapabilmek için çalışmıştır. Bir bakış açısı ile sanki yapısının derinliklerinde, yani genetik enfor­masyonunda, "Varoluşunun Keşfedilmesi" görevi yatmaktadır.

Bilinen ya da tahmin edilen insanlık tarihi MÖ 50.000 yılı­na kadar uzanır. Bu döneme ilişkin fosil kalıntılar, yazılı yapıt­lar ve efsaneler günümüze kadar gelmiştir. Bilindiği gibi can­lıların ve insanların yeryüzünde varoluşlarına ilişkin çeşitli yaklaşımlar ve dogmatik inanışlar vardır. Skolâstik yaklaşıma göre tüm canlılar sembolik bir anlatımla ilâhi bir güçle bir günde yaratılmışlardır. Evrim teorisine ve genel bulgulara gö­re ise Homo Erectus günümüzden 200 ile 500 bin yıl önce de­nizlerden karalara çıkarak iki ayağı üzerinde dikilmiş, sürecin devamında ise düşünebilen insan yani Homo Sapiens oluşmuş­tur. Günümüzden 200 bin yıl önce düşünebildiği varsayılan in­san, günümüzden sadece 6.000 yıl önce dev adımlar atmaya başlamış ve yeryüzünde geçmişi bilinen bir insanlık tarihi oluşmuştur. İnsanlığın son 6.000 yıllık geçmişinden önceki dö­neme ilişkin ise çeşitli düşünceler vardır. Bu düşüncelerin te­melinde, tüm kutsal kitaplarda ve semavî dinlerin ortaya çıkı­şından önceki dönemlere ilişkin tarih kitapları ve sanatsal ya­pıtlarda anlatılan olaylar yatmaktadır. Bunlardan "Büyük Tufan Efsânesi", "Kıyamet Tanımlanışı" geçmişe yönelik düşün­celerin ve insanlığın varoluşu olgusunun büyük bir merakla araştırılmasına neden olmaktadırlar. Bir diğer yaklaşıma göre tüm canlıların yeryüzüne içinde yaşadığımız galaksinin kıyamet sonucu yok olan bir gezegenin­den gelmiş oldukları da düşünülmektedir.

Bilindiği gibi dünya gezegeni Samanyolu olarak adlandırı­lan gezegenler topluluğu içinde bulunmaktadır. Samanyolu ga­laksisi Evrende bulunan milyarlarca galaksiden sadece biridir. Samanyolu galaksisi de kendi içinde milyarlarca güneş siste­minden oluşmaktadır. İçinde bulunduğumuz güneş sistemi bel­ki de Samanyolu galaksisinin en ücra köşesinde kalmış, belki de en unutulmuş parçalarından biridir.

İnsan, bizim bildiğimiz kendini tanıma ve bilme zamanından bu yana sürekli olarak varoluşunu irdelemiş, yaşadığı günün ga­ilelerinden bir an uzaklaşıp tefekküre dalarak "nereden gelip ne­reye gidiyoruz" sorusunu kendi kendine sürekli sormuştur. Du­varları ve sınırları olmayan bir uzayda ara sıra sanki bir tefek­kür hücresine girmiştir. Bu sorgulamayı aklını bildiğimiz anlam­da kullanmaya başladığı dönemlerde sembolik anlamda da ger­çekleştirmeye devam etmiştir. Naacal tabletlerinden öğrendiği­miz kadarı ile Mu uygarlığında bu sorgulamayı tefekkür hücre­lerinde kendi kendine yapmıştır. Mu uygarlığının devamı olarak kabul edilen Mısır uygarlığının yarattığı Keops, Kefren ve Mikerinos piramitlerinin (MÖ 3000) altında bulunan hücrelerde de ara sıra tefekküre dalarak çözemediği bu soruya cevap bulmak için çaba sarf etmiştir. Binlerce yıl sonra da keşfedilen onca bi­linmeyen olmasına rağmen halâ aynı soruyu kendi kendine sor­makta ve sembolik anlamda tefekkür hücresine girmektedir.

İnsan bu araştırma sürecinde, hedefine ulaşabilmek için ya­şamını kolaylaştıracak âletleri yaratma, icat etme yolunda iler­lemektedir. Geçen binlerce yıllık süre içinde sarf edilen sürekli çabalar nicel birikimler oluşturmuş, bu birikimler bazı zaman­larda parlatılan kıvılcımlarda nitel dönüşümler yaratmışlardır.

Yeryüzündeki insan yaşamını tümü ile etkileyen bu büyük dönüşümler çağ olarak adlandırılmışlardır. Çağ kavramı insan­lık tarihinde yaşanan kültürel gelişmelerde elde edilen büyük aşamaları belirlemektedir. İlkçağ, Ortaçağ, Yeniçağ derken, "çağ" kavramı bu anlamda kullanılmaktadır.

Yaşamın bilinen ilk çağında insan dünyanın zor doğal koşul­ları içinde yaşam mücadelesi vermekteydi. Bu döneme ilişkin bulgular yaşanılan dönemleri Taş ve Maden devirleri olarak adlandırmamıza neden olmaktadır. Yontma Taş ve Cilâlı Taş dönemlerinde insan dünya üzerindeki yaşam mücadelesini sürdürebilmek için yararlanabileceği diğer canlıları öldürebilmek amacı ile taştan silâhlar yapmıştır. Sürecin devamında ateşi kullanarak madenleri işlemiş, gelişimini ve doğa ile mücadele­sini sürdürmüştür.

Âlet yapma yeteneği, insanı diğer canlılardan ayıran en önemli özelliklerinden biridir. İnsan, bildiğimiz başlangıç döne­minden bu yana teknoloji üreten bir varlıktır. Bu bakış açısı ile de teknolojinin tarihi insanlığın tüm evrimini içerir. Teknoloji insanlığın ilk dönemlerinde zanaatkarlar tarafından üretilmek­tedir. Eski Yunanlılar teknoloji kavramım "Techno" yani "zanaat" ve "logos" yani "söz" sözcüklerinden oluşan bir tanımlama ile ifade etmekteydiler.

İnsanlık tarihi içinde doğanın zor koşullarına karşı verilen yaşam mücadelesi binlerce yıl sürmüştür. Yapılan âletlerin ya­şamı kolaylaştırıcı özelliklerinin kullanılması ve bu sürecin ar­tarak hızlanması ile teknolojik ilerlemeler yaşamı belirlemeye başlamıştır.

İnsanın evrim süreci içinde, bilginin, bunu değerlendirerek ve yargılayarak sonuç elde eden aklın, akıl ve mantığın sonucu ortaya çıkan teknolojinin, birbirini etkileyen ve ilerleme kayde­den bir süreç olduğu görülür. Bilgi bir süreç ve birikim ile elde edilmiş,akıl ile değerlendirilmiş, elde edilen sonuç yeni keşif ve icatların yani yeni âletlerin yapılmasını sağlamıştır. Bunların kullanımı ile yeni güzellikler ve yeni bilgiler elde edilmiştir.



RÖNESANS

Bilinen tarihte ilkçağ, insanın doğa ile yoğun mücadelesi ile geçmiştir. Bu çağın devamındaki antik çağ olarak adlandırılan MÖ 700 - MS 500 yılları arasında araştırıcılık, felsefe, keşifler ve icatlar ön plândadır.

Tarih boyunca insanların sürekli sorguladığı "Varoluş" olgu­su antik çağda da yoğun bir şekilde araştırılmıştır. Gerçek bili­min henüz varolmadığı bu dönemde düşsel tasarımlara bilim denilmektedir. Tanrıların, Evrenin ve insanın yaratılışı üzerinde felsefî anlamda düşünce üretilmektedir. Yunan filozofları Evre­nin oluşumunu tabiat olayları ile araştırmışlardır. Evreni oluş­turan ana maddeyi Thales "Su" olarak tanımlamıştır. Anaximenes buna "Hava", Herakleitos "Ateş" Anaximandros "Sınırsız ve Vasıfsız Bir Madde" demiştir. Demokritos ise Evreni "Boş Uzaydaki Atomlar" olarak tanımlamıştır. Antik çağ boyunca araştırılan "Nereden Geliyoruz" sorusuna tek tanrılı dinlerin or­taya çıkması ile bir cevap bulunmuştur. Bu olgu belki de araş­tırmaktan yorgun düşen insanın bir teslimiyeti olmuş ve ortaçağ boyunca düşünce, yerini inanışa bırakmıştır.

Ortaçağ, bireysellik bilincinin bastırıldığı, insanların din bir­liği içinde toplumsal bir kimlikle yaşadığı bir dönemdir. Özel­likle batı ülkelerinde yaşamın ve devlet yönetiminin temel un­suru kilise teşkilâtıdır. Kilisenin dogmalarına dayalı yönetimi altındaki halk, yaratma özgürlüğünün tanrılara özgü bir etkin­lik olduğuna inanmakta ve bu dünyadaki yaşamını öteki dünya­ya hazırlık için sürdürmektedir. Dogmalara dayalı bu karanlık yaşam uzun sürmemiştir. Kilise dışında etkin bir güç olan derebeyleri barutun Çin'de icadı, batıya gelmesi ve teknolojinin ge­lişmesi sonucu etkinliklerini kaybetmeye başlamışlardır. Tek­nolojik gelişme ile batı toplumunda bireysellik bilinci de uyan­maya başlamış, atölyeler bazında yapılmaya başlayan üretim, zamanla, sermaye birikiminin oluşmasını da beraberinde getirmiştir. 15. yy'ın sonlarında yani Dünyada büyük coğrafya keşif­lerinin yapılmaya başlandığı sırada önce İtalya'da başlayan sonra da diğer Avrupa ülkelerine yayılan edebiyat ve sanat ala­nındaki yeniliklere Rönesans denilmektedir. Ortaçağın din top­lumuna dayanan toplumsallık bilincinden bireysellik bilincinin filizlenmesi Rönesans'la birlikte olmuştur. Bilindiği gibi bu dö­nemde özellikle sanatçıların bireysel çabaları ile dogmalara dayalı düzen çökmüş ve dünya bugünkü medeniyetin başlangıcı olan aydınlanma çağını yaşamaya başlamıştır.



Ortaçağ araştırmaktan yorgun düşen insanın batıl inançlara teslim olduğu bir dönemdir. Teslimiyetin sorunları çözeme­yeceği zamanla anlaşılmış ve insanı karanlığa iten bu teslimi­yetçi anlayış ile mücadele başlamıştır. Rönesans la birlikte doğayla ilgili her türlü araştırmanın gözlem ve deneye bağlı olması gerektiği savunulmaya başlanmıştır. Yani olaylara bilim­sel yöntemle bakılmaya başlanmıştır. Bu olgu teknolojik dev­rime, teknolojik ilerleme de yeni buluşlara yol açmıştır. İnsan­lık hızla kendini doğanın sınırlamalarından soyutlamaya baş­lamıştır. Doğa artık insanın, sadece parçası olduğu bir şey ol­muş, insan doğayı kullanmaya, ondan faydalanmaya başlamış­tır. Bu bağlamda Rönesans insanlık tarihi için çok önemli bir dönüm noktasıdır.

Batı toplumunda bilimsel düşüncenin alabildiğine gelişmeye başladığı, serbest girişimciliğin gelişmeye açık ortamında bir sü­re sonra sermaye birikimi de oluşmuştur. Ortaçağın sonlarına doğru para ekonomisine ve banka sistemine dayalı, el sanatları ve ticaretin canlı bir şekilde var olduğu kentler oluşmaya başlamıştır. Böylece o zamana kadar sadece kilise ve derebeylerinin elinde bulunan servet ve sermayenin yanında, kendi birikimlerini oluşturmaya başlayan bir burjuva sınıfı ortaya çıkmıştır. Bu du­rum yaşam için gerekli olan maddelerin parayla satın alınabilme­sini sağlamıştır. Yaşanan gelişme, bireylerin çabalarını, hayal gücü ve yaratıcılıklarını destekleyen bir gelişmedir. Böylece insan yepyeni şeyler üretmeye başlamıştır.

Bu sürecin devamında atölyeler bazında yapılmakta olan bir üretimden yavaş, yavaş fabrikalara doğru geçilmiştir. Teknolojik gelişim dev adımlarla ilerlemiş, kurulan büyük işletmelerde kısa zamanda büyük sayılarda ürünün standart ve düşük maliyetlerle üretimi sağlanmıştır. Büyük işletmelerde bir araya gelen insanlar kendi dallarında uzmanlaşmaya başlamış ve büyük bir iş bölümü ortaya çıkmıştır. Endüstri devrimi olarak isimlendirilen bu oluşum ile batı toplumu bilinçlenmeye başladığı bir çağı da yakalamıştır. Bu çağın insanı, orta çağ insanından farklı olarak öte dünya yerine bu dünya için yaşamakta, din kardeşi olarak değil insanca yaşama hakkını arayan bir birey olarak topluma katılmaktadır.



ENDÜSTRİ DEVRİMİ

İnsanlık tarihinde iki büyük aşama vardır:
Bunlardan birincisi insanın göçebelikten kurtulup yerleşik dü­zene geçmesi, avcılıktan, tarıma ve hayvancılığa yönelmesidir.
İkinci aşama ise topraktan koparak teknik dünyanın yaratıl­ması olmuştur.

İnsanın tüketicilikten üreticiliğe geçişi binlerce yıl sürmüştür. Yerleşik düzene geçiş kalıcı eserlerin oluşmasını sağlamış ve sosyal, kültürel ve teknik alanlarda birikimler elde edilmiş­tir. Bu süreç endüstri devrimine kadar devam etmiştir.

Teknik dünyanın yaratılmaya başlandığı 18. yüzyıl "Endüstri Çağı" olarak tanımlanıyor. "Endüstri Çağı" batı kültüründe teknolojinin gelişmesi ile başlayan bir süreçtir. Ancak bu süreç sadece batı toplumu ile sınırlı kalmamış, tüm insanlık tarihinin büyük sonuçlar getiren bir aşaması olmuştur.

Batı' da doğan ve dünyanın her bir yanını sarmaya başlayan endüstri dünyasının kuruluşunda, işveren, işçi, iktisatçı, işletme­ci, mimar, mühendis, teknisyen, sanatçı, bilim adamı, düşünür vb. çeşitli uzmanlık dalından gelen sayısız insanın emeği yatmaktadır. Yeni bir düşünce bu toplulukları bir araya getirmiş ve tarihte görülmemiş olan bir işbirliği ve buna bağlı bir işgücü ortaya çıkmıştır.

Yaşam 19. yy başında Avrupa'da yaşanan endüstri devrimin­den bu yana olağanüstü hızlı gelişen değişimlere uğramıştır.

İnsan kaynağına dayalı, ağırlıklı olarak elle yapılan ve dar kapsamlı bir kitleye ulaşan bir üretimden, makinelerle milyon­larca ürünü çok kısa zamanda üreterek geniş kitlelere yayılma­yı sağlayan bir üretim tarzına dönüşülmüştür.

19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başında gelinen bu noktada sa­natsal alanda da büyük gelişmeler yaşanmaktadır. Batının ka­fasında altı yüzyıl kök salan bireysellik bilinci yerini, yavaş ya­vaş, endüstri dünyasının eşitliği ön plâna çıkartan yaşam üslu­buna bırakmaya başlamıştır. Endüstri dünyasının en önemli özelliği olan standartlaşmaya doğru gidiş sonucu oturulan ev­ler, kullanılan eşyalar giderek standart ölçü ve örneklere dayan­dırılmaya başlanmıştır. Bu dünyada dostluk, sevgi gibi en yüksek değerlerde bile sosyal normların etkisi hissedilir olmuştur.

Endüstrileşme ile birlikte toplumsal yaşamda da büyük de­ğişiklikler oluşmuştur. Büyük kitleler tarımsal alandan koparak kentlere göç etmişler, büyük yığınlar merkezlerde toplanmaya başlamıştır. Endüstrileşmiş yörelere kırsal kesimden göç yüzyıl­lar boyu devam etmiştir. Toprağa bağlı yaşamaya alışmış top­luluklar kentlerde yapay bir dünyada yaşamaya zorlanmışlar­dır. 19. yüzyıl sonlarına kadar süren tarımcılık kültürü yerini kent kültürüne bırakmaya başlamıştır. Sürekli toprağa basan insanlar artık asfalt, cam, taş ya da sunî malzemeden oluşan zeminler üzerinde yaşamlarını sürdürmektedirler.

TEKNOLOJİNİN İNSAN YAŞANTISINA ETKİLERİ

Teknolojinin oluşturulması ve kullanılması insan yaşamına olumlu ve olumsuz birçok etkiler yapmıştır.

İnsanın kendini tanıma yolunda dur durak bilmeyen çabala­rı ile birçok keşif ve icatlar gerçekleşmiştir. Elde edilen bu ye­ni değerler ilk aşamada lâboratuar ortamında kullanılırken da­ha sonra günlük hayatın da parçası olmuştur. Bu teknolojik ge­lişim tarih boyunca yaşanılan ölçekleri sürekli büyütmüştür. Bunlar insanlığın gelişimi için yararlı olmakla beraber bir kıs­mı da zarar anlamında kullanım bulmuşlardır.

Teknolojik gelişmelerle yaşam koşulları gittikçe iyileşirken diğer taraftan da dengeler değişmeye başlamıştır. Örneğin, in­sanlar küçük topluluklar halinde yaşarlarken, kullandıkları ba­sit silâhlarla ancak yerel boyutta kalan savaşlar yapabiliyorlar­dı. Bu savaşlarda da kayıplar az oluyordu. Teknoloji ile birlikte bölgesel ve hatta tüm dünyayı saran boyuta geldiler. Nükleer başlıkla yüklenmiş füzeler, bunlara enerji sağlayan atom sant­ralleri, füzelere kumanda olanağı tanıyan radyo frekansı, laser kontrol devreleri, bilgisayar kontrollü savaş sistemleri ve buna benzerleri ile artık savaşlarda yüzlerle ölçülen kayıplar milyon­larla ölçülmeye başlanmıştır.

M.Ö. 5000 yılında saatte 2 - 3 kilometre hızla gidebilen kı­zaklarla taşımacılık yapılmaktaydı. 20. yüzyılda jet motorunun yapılması ile saatte 1000 km’ lik hızın üzerine çıkılmıştır.

Teknolojinin gelişmesi ile doğadan ve dünya nimetlerinden daha çok yararlanılmış, ancak denetlenemeyen denge değişik­likleri sonucu aynı oranda da kirlilik ön plâna çıkmaya başla­mıştır. Yani doğal gelişim hızının aşılması ile doğal denge bozulmuş ve yaratılan atıkların kendi kendini temizleyemediği, mutlaka insan müdahalesinin gerektiği bir yapı oluşmuştur. Ekolojik denge kontrol dışı bir şekilde bozulmaya başlamıştır. Belirtildiği gibi Rönesans’la birlikte insanların aya kadar gi­debilmesini sağlayan bir süreç başlamıştır. Bu sürecin, teknolo­jinin kötü ve kötüye kullanımları sonucu içinde yaşadığımız dönemde Hiroşima ve Çernobil'e de vardığı düşünülmektedir.

Teknolojik gelişme, çıkrık makinesi ile beraber işsizliğe, ilâç­larla beraber yeni hastalıklara, tarımın modernleşmesi ile bera­ber toprağın fakirleşmesine, çamaşır - bulaşık makinesi, buzdo­labı gibi yaşamı kolaylaştıran cihazlarla beraber çevre kirliliği ve endüstriyel atıkların oluşmasına yol açmıştır.Teknolojik iler­leme sonucu doğal bir dünya ve yaşamdan, yapay bir yaşama ve sanal bir dünyaya geçiş olmaya başlanmıştır.
Endüstri devrimi ile bilimin tüm alanlarındaki gelişmeler de ivmelenmiştir.

Canlı varlıkların denizlerden karalara, sürünmekten ayağa kalkışa geçirdiği evrim, yazının bulunuşundan endüstri devri­mine kadar geçen süredeki gelişmeler ile son yüzyıldaki, hatta 1950 yılında elektronik ve bilgisayar teknolojisinde transistö­rün bulunmasından bu yana geçen süre içinde insanlığın elde ettiği gelişmeler karşılaştırıldığında eksponensiyal bir hızdaki gelişme görülmektedir.

Günümüz insanı teknolojinin bu baş döndürücü gelişmesi içinde iletişim olanaklarım sonuna kadar kullanabilmekte ve üzerinde yaşadığımız gezegenin tüm yerleşim noktalarına evinde kurulu bir bilgisayar aracılığı ile gidebilmekte, yerkürenin öbür ucundaki bir olayı canlı olarak izleyebilmektedir. Bu hızlı gelişme ve Evrenin gizemlerinin keşfedilmesi yönündeki bu olağanüstü yarış, insanları belirli kalıplar içinde kalmaya ve bu hızlı akışa ayak uydurmaları için de hızlı yaşamaya zorlamaktadır. Endüstri toplumunun insanı önceki yüzyılların insanı ile karşılaştırıldığında, yaşam biçimi, sanat ve kültür anlayışı, dış görü­nüşü ve alışkanlıkları ile farklılıklar gösterir. Duyguya hitap eden bir klâsik müzik ya da halk müziği, yerini yaşamın hızlı akışını ifade eden pop müziğe, underground, rock vb. müzik akımlarına bırakmıştır. Giyimde renk ve estetik kavramları, yerini marka kavramına bırakmaktadır.

Fotoğraf tekniğinin bulunmasıyla gözleme dayalı bir sanat anlayışı yerini düşünmeye, gözlem ötesindeki hayal gücünü ön plâna çıkartan bir sanat anlayışına terk etmiştir. Empresyonizm yerini ekspresyonizme, o da soyut sanat anlayışına ve daha sonra da per­formansa bırakmaya başlamıştır. Güneşin batması ile uykuya yatan insan elektrikli aydınlatma düzeninin kuruluşu ile artık 24 saat yaşamakta, üretmekte ve var olan tüm sınırları hızla aşmaktadır.

Üretimin hızlı temposu ile teknolojinin insan üstü yeteneklerini kullanan insan, günlük yaşamın kısır döngüsü içinde duygularından uzaklaşmış, daha çok başarı, daha hızlı yaşam, daha çok üretim gi­bi bir yarışa girmiştir. İnsanın hızlı yaşamı teknolojideki gelişme hı­zını arttırmakta, teknolojik gelişmeler de yaşamı daha da hızlandırmaktadır. İnsan ve makine yarış halindedir. İnsan makineleşmekte, duygusallığından uzaklaşmaktadır. Duygusal, dünyanın değerlerini, yani insanî değerleri doyasıya yaşayamayan insan, yerini robotlaşmış bir nesneye bırakmaktadır.

Endüstriyel üretim monoton bir düzende olup, disiplinsizlik ve sistemsizliği kabul etmemektedir. İşlerin otomatik olarak ya­pılması, kişileri monoton bir yaşamın içine itmektedir. Endüstri­leşmenin dayattığı robotlaşmış yaşam insanların bireyselleşmesine de neden olmuştur. Bu yaşam insanların duygusal iç yaşamlarını da etkilemiş, onları kullandıkları makinelere benzeterek, günden güne yetkinleşmesine, ancak aynı oranda da sosyal yaşamdan uzaklaşmasına neden olmuştur. Toplumsal ve bireysel değişimler hızlı iletişim ile geniş kitlelere anında ulaşmaktadır. Toplumun değer verdiği çoğu şey önemini yitirmeye başlamıştır. İdealizm yavaş, yavaş misyonunu tamamlamakta, rasyonalizm hızla ön plâna çıkmaktadır. Günümüz endüstri toplumu in­sanı, içinde yaşadığı bilimsel ve teknolojik yaşam düzenini tüm başkaldırmalarına karşın benimsemek zorunda kalmıştır.



SONUÇ

21. yüzyıla girerken teknoloji inanılmaz hızla gelişerek ilerliyor. İnsanın kendi “Beni” ni keşfetmesi ve bireysel yaratıcılığının önündeki sınırları yıkması ile artık önü kesilemez gelişmeler başladı. 1950 yılında transistorun bulunması ile endüstri devriminden bu yana oluşan nicel birikimler bir nitelik dönüşümü yarattı. Yaşam çizgisi hızla değişmeye başladı. O döneme kadar kol gücünün yerine geçerek yaşamı kolaylaştıracak âletler yapan insan, bu tarihten sonra beyin emeğinin yerine geçen akıllı âletler üretmeye başladı. Elektronik teknolojisinin hızlı gelişimi ve lâboratuar ortamından günlük yaşantıya inmesi ile de hayal gücünü zorlayan gelişmeler elde edilmeye başlandı. Teknolojik ürünlerin çok ucuzlaması sonucu, teknolojinin sade­ce onu kullanma şansını elde eden insanlara verildiği bir yapıdan, onun herkesin kullanımına sunulduğu bir düzene geçildi. İletişim olanakları olağanüstü arttı. Böylece, elinde, bireysel yeteneklerini aklı ile ön plâna çıkartabileceği âletleri olan mil­yonlarca yaratıcı insan, her alanda üretmeye başladı. Dünya üzerine kurulan geniş iletişim ağları ile de bilgi paylaşılmaya başlandı. İnsanlığı 21. yüzyılda olağanüstü etkileyecek olan bir büyük sinerji sistemi olan INTERNET hızla yaşamın önemli bir parçası oldu. 20. yüzyılın son elli yıllık döneminde elde edilen gelişmeler aslında 21. yüzyıl ve sonrası için sadece bir işaret veriyor. 1950 yılından bu yana elde edilen gelişmelerin insanlığın bilinen tarihinden bu yana elde edilen gelişmelerin yüzlerce kat ötesinde olduğu düşünülürse geleceğin çok farklı olacağı anlaşılmaktadır.

21. yüzyılda bir siber çağın yaşanacağı görülmektedir. İletişim teknolojisindeki gelişmeler ve teknolojinin bu alanda sunduğu olanakların geniş kitlelere yayılması ile dünyada, ortak bir dilin kullanıldığı, aynı kültürün yaşandığı ve millî sınırların kalktığı global bir düzene doğru hızla ilerlenmektedir. Bugün bile eldeki olanaklarla bir bilgisayar aracılığı ile dünyadaki bil­gi kaynaklarına erişerek hızla işlem yapmak mümkündür. Bu olanağı kullanarak yetişen yeni gençlikten sahip oldukları yeni değer yargıları nedeni ile "Global Gençlik" olarak bahsedilmeye başlanmıştır.

Elektronik ve bilgisayar teknolojisindeki olağanüstü geliş­meler diğer bilim dallarına da hızla erişmektedir. Bu teknoloji­lerin tıp alanında kullanılmaya başlanması ile yüzyıllarca am­pirik ve yüzeysel yöntemlere dayanarak çözümler sunan tıp bi­limi insanın temel öğesi olan genetik programına erişmeye ve onu etkilemeye başlamıştır. 21. yüzyıl ve sonrasında yeni tek­nolojilerin kullanımı ile yaşamın sırları da hızla çözümlenmeye başlanacaktır. İlk çağda 25 yıl olan insan yaşamı, 20. yy' da 80 yıla ulaşmıştır. 21. yy.da 100 yıl civarındaki bir yaşam süresi­nin normal olarak kabul edilebileceği görülmektedir. Bugün elektro mekanik robotları yaratan insan, bilginin hızla değerlen­dirildiği makineleri kullanarak yavaş, yavaş canlı varlıkların da yaratıcısı olma yoluna gitmektedir. Bugünden sinyallerini al­makta olduğumuz bu gelişme önümüzdeki yüzyılda varolan de­ğer yargılarının önemli oranda sarsılacağını ve değişeceğini göstermektedir. Bu anlamda kökeni­ni Rönesans’tan alan tüm aydınlanma hareketleri 21. yy'a dam­gasını vuracaklardır.

1500'lü yıllarda 500 milyon olan dünyadaki insan nüfusu 20. yy'da 5 milyarı aşmıştır. Buna karşılık dünya üzerindeki birçok canlı türü de kaybolmaktadır. 21. yy ve sonrasında üzerin­de yaşadığımız dünyada az sayıdaki canlı türünden biri insan olacaktır.

20. yy.'ın son elli yıllık dönemi insanlık tarihi için bir ivmelenme sürecinin başlangıcıdır. Milyonlarca yıllık birikim sonucu insanlık Bilgi Çağına girmiştir. Bu çağda insan içinde yaşadığımız güneş sisteminin tüm gezegenlerine egemen olma yolunda dev adımlar atacaktır.

Aklı ile nereden geldiğini ve nereye gitmekte olduğunu keşfetme yolundaki insan, kâmil insan olma yolunda ilerlemektedir. Evrendeki her şeyin Yaratanın bir parçası olduğunu bilmekte, kendi de eriştiği mertebe ile onun bir parçası olmaktadır.

Nadir olarak bulduğum boş zamanlarımda geçmişi düşündüğüm de oluyor. Babamla yaptığım sohbetlerde bana hep ne kadar çok çalışmam gerektiğini anlatırdı. Arada sırada da çocukluk ve gençlik yıllarından bahsederdi. İçinde bulunduğumuz gün ile Cumhuriyetin ilk yıllarında kendi çocukluğunu karşılaştırarak örnekler verirdi. Aklımda kalanları bugün topar­lamaya çalışıyorum. Ancak bir elin parmağı kadar farklı konuyu konuştuğumuzu düşünüyorum. Sonra kendimi babamın yerine koyuyorum ve ben de oğlumu bir gün karşıma aldığımda kendi gençliğimde yaşadığım konuları anlatmaya başladığımda son yirmi yıldaki teknolojik gelişmeleri sıraladığımda, konuların çokluğundan bu sohbetin saatler süreceğini görüyorum.

İnsan denen bu akıllı yaratık, yarattığı teknoloji ile Evrenin sırlarını algılama yolunda önemli adımlar atmaktadır. İçinde yaşadığı sonsuz büyük Evrenden, tutarak hissettiği maddenin sonsuz küçük atomlarına kadar her şeyin varlığının bilincindedir. Büyük emeklerle geldiği bu noktada elde ettiği bilgilerin daha bir başlangıç olduğunu bilmekte, bilinmeyenlerin sonsuz kadar çok olduğunu algılamakta, ancak bilinmeyeni keşfetme azmini koruyarak araştırmasına devam etmektedir.
akhilleus fransizcada achille şeklindedir.
Dünyada insanlar varolmadan hayvanların yaşadığının tarihi belgesini siz değerli okuyanlarıma buradan duyurmak istiyorum .

Belki hayalmi gerçekmi diyenler olabilir ben iki binli yıllarda Karaburun ve Mordoğanda fil, ceylan, gergedan ve zürefa fosillerini ilk buldum, bilim adamlarının yaşlarını belirlemesiyle dünya gündemine gelen bir jeolojik olaydır. Sizlere sunmak istedim.

Önce ilk insan ve uygarlığından bahsetmeden geçemedim.

İlk insan ve uygarlıklar

Nasıl başlamış :

Ön yaşam biçimleriyle ayrılan ve sayıları pek çok olan insan toplumları insan öncesi canlılı’nın ve ön canlının yaşadığı zamanlardan beri insanlık tarihi boyunca varola gelmiştir. Uygarlıklar yüzlerce dahası binlerce kilometrelik bölgeleri içine alan ve birey yaşamanın süresiyle öldüğünde çok uzun dönemleri kapsayan milyonlarca kişinin yaşamını gevşek yinede tutarlı bir yaşam biçimi içinde eren son derece büyük toplumlardır .Hem çok büyük hemde çok uzun yaşamlı toplumlar olarak tanımlanmaları uygarlıkların sayılarının pek çok olamayacağı sonucunu içerir gerçektende tarihte uygar toplumun ortaya çıktığı zamandan günümüze dek dörtten çok birbirinden farklı uygarlığın bir arada var olduğu görülmemiştir. Amerikan yerlilerinin yaşadığı yeni dünyada görülen bir birinden farklı uygarlıkların sayısı ise üçü geçmez. Benim ilk yazdığım 1-2-3’cü kitaplarımla beğeni ile başarı beni daha kısa bir yapıtın tüm insanlığın tarihi hakkında kişisel görüşümü etkin olmamakla birlikte genede kavranabilir, anımsanabilir ve daha sonra üzerinde düşünülebilir birleştirici olarak ve akla yatkın olma erdemini taşıyan görüşümü benden bizzat gelerek alan kişilere, tez yazamak isteyen öğrencilere ve öteki okuyanlara, buradan bloglarımı okuyanlara ulaştırabileceğime inandırdı.

Benim dünya görüşümü değiştiren Dünya tarihinin dengesini değiştiren etki merkezlerini araştırarak sonrada yer yüzünün halkalarının ortaya çıkan yeni ve eski bilgileri birleştiren olumlu bilgilerini inceleme olanağı ile böyle bir bakış açısı içinde farklı uygarlıklar yeryüzündeki konumlarını arkeolojik teknoloji ve sanat tarihi içinde bazen gizlendiğini gördüm. Jeoloji dünyasında gün ışığına çıkmamış kapalı kalmış birçok ipuçları buldum derinliğine giderek ege Ünüversitesi tabiat tarihi hocaları bana daha çok araştırma imkanları cesareti sağladılar beni dünya tarihinin derinliklerine ulaşmama ışık tutarak insanların yaşamadığı yıllarda evrende hayvanların atalarının yaşadığı dünyalara kadar ulaşmamı sağlayan bir güçle ceylan, gergedan, zürefe , atların ve fillerin atalarını Karaburun ve Mordoğanda on milyon yıl öncesi yaşadığının delilleri fosilleri ilk benim bulmamla, Yunan Türk arasında deniz olmadığının dünya gündemine gelmesi bilim adamlarını hayrete düşürdü.

Karaburun ve Mordağanda jeolojik bilgileri içeren kitaplarımı yazmaya devam ettim. Fazlası ile ilgimi çeken insanlardan önce hayvanların varoluşunu bulduktan sonra ya insanlık tarihi ne zamana rastlar insanlık tarihini araştırma zamanı , geldiğine inandım araştırmalarımın ilk dikkati çeken yönünden başladım işe Karaburun yarımadası sahillerine uzanan girdili çıktılı dağ eteklerinde farklı bir görünüm beyazlaşmış şeklenmiş kıreterler sarkıtlarla uçurumlar oluşmuş ama bu gördüklerim taş değil çamurlardan oluşan lavlardan oluşmuş sarkıtları araştırmaya başladım önce Mordoğan ayıbalığı (fok balıklarının) yuvalarının olduğu yamaçta gençlerin bulunduğu yerlerde ellerinde kemik görünümünde bir çisimlerle oynadıkları yerlere yöneldim. Oralarda bulduğum parçaların ne olduğunu öğrenmek için tabiat tarihi müzesine giderek doçent doktor Tanju Kaya ve Vahdet Tunaya götürdüm. Bunların olduğu yere gidelim dediler ve gittik birkaç fosildaha bularak yaşlarının on milyon yıl öncesine ait olduğunu söyleyince kıyıları tarayarak beş kilometre Karaburuna yakın yerde Eşendere mevkiinde denizden 40 metre yüksek uçurumlarda aramaya başladım ve bu alanda fil, ceylan, gergedan, zürefa, arslan, kaplan fosilleri ile dolu bir fosil mezarlığı ile karşılaştım, bir bacak kemiğini alarak Ege Ünüversite’si tabiat tarihi müzesine götürdüğümde hemen harekete geçildi olay mahalline T.R.T. televizyon ekibide bize katıldı. Öğrencilerinde iştirakı ile yapılan kazılarda önemli fosiller çıkarıldı ve yaşlarının on milyon yıl öncesine ait olduğu belirlendi olay medyada yayınlanınca Fransa bilim adamları Profesörler de araştırmaya geldiler.

Böylece insanlık tarihi öncesine ulaşmanın heyecanı ile Dünyada insanlardan önce hayvanlar varolduğunu belgeleri ile daha çok araştıma gerektiğini anladım ve dünya tarihi bilimlerine ulaşmak için önce bir ay İstanbulda kalarak bilgiler araştırdım daha sonra onbeşgün daha Kalarak araştırmalarımı kaleme alarak dördüncü kitabımı hazırlama heyecanı yaşadım. Profesyonel çalışmam gerekti. Atalarımız hep dünyada birgün gelecek kıyamet kopacak sözlerini çocukken duyardım oysa dünyada kimbilir kaç defa kıyamet kopmuştur diyorum, işte on milyon yıl önce Karaburun yarım adasında belgelenen kıyamet kopması nasıl olmuş? Dünyayı parçalayan o ilahi güç nedir? Dili olsa da söylese benim anlayışım yanar dağların patlaması ile çamur lavları yayılmış kara parçaları açılmış denizlerin boyutu değişmiş bu lavların altında hayvanlar topluca bastırılıp ölmüşler buda bilinen bir gerçeği ispatlamış olması Yunan - Türk arasında deniz değil karaparçası olduğunun beldesi olarak ispatlanmış oldu. Dünya taihinde yeni bir sayfa açılmış oldu. Bilim adamlarına göre Dünya zaman zaman bu olaylara tanık olmuş.

İnsanlık tarihi:

İlk büyük Dünya uygarlıklarının İ.Ö. 500’e kadar ortaya çıkışları ve biçimlenişleri;

İnsanlık tarihinin ilk dönüm noktasına yiyecek üretimine geçilmesi ile ulaştı. Bu olay insanların sayısında büyük bir artış olanağı sağladı, avcılık yiyecek toplamaya nasıl ne zaman geçildiği en erken İ.Ö. 8500-7000 dolaylarında orta doğuda gerçekleştiği tahıl tarımı buradan göçler ve benimsemeler yolu ile Avrupaya Hindistana , Çine ve Afrikaya yayıldı tarım Kuzey Amerikada, Güney Amerikada, Dicle, Nil, Fırat kıyılarında İ.Ö. 3500-3000 dolaylarında gelişti Akdeniz sahillerinde meyveciliğin yapılabileceği yerler olarak bilindi Mezapotamya cıvarında savaş arabaları savaş tekniklerini öğrendiler, İ.Ö. 1700’den az sonra bozkırın çoban ve savaşçılarını ilk kez ön plana çıkardı. Atlarla savaşlar büyük başarı sağladı.Bu savaşçılar tüm Avrupayı batı Asyayı Çini istila ederek son derece başarılı bir uygarlık oldu .İ.Öİ 500’e gelindiğinde Yunanistan da kendine özgü bir uygarlık temelini atmasıyla güç kazandı bundan sonra Mısır, Orta Asyada, Mezapotamyada üç uygarlık oluşmasıyla orta doğu tarihi dahada karışmış oldu.Birden bire doruğa ulaşabilen imparatorluklar oluştu. Yahudiler İ.Ö. 800 - İ.Ö. 600 yüzyılları arasında yaşayan Peygamberlerce biçimlendirilen dinleri Hindistanın budizmi, Çinin kofüçyüs’çülüğü de Yunan felsefesi kadar canlı ve inandırıcı bir dindi .Avrasya uygarlığının İ.Ö. 500’de insanlık biçiminin ortaya çıkması ile Dünya tarihinini başlangıç süresi sona erdi.

Dünyada ön insan dönemi katılımi ile gelen becerilere dayanarak, yaşamlarını sürdürmekteydiler, tahta ve taş araç kullanımını öğrenenler ön insan topluluklarında olmuştur. Ön insan döneminde bebeklik çocukluk dönemi daha uzun tutulmuş anne ve babanın bilgilerini iyice kavramış olması başarıya ulaştırmıştır.İnsanlar taştan kesici aletler bıçaklar kamalar yaparak savaş yapmışlar ve soğuk iklimler karşısında hayvan derilerini birleştirip dikmek için deriden çıkardıkları sırımlarla dikerek vücutlarını soğuktan soğuktan vücutlarını korumayı öğrenmeleri ile sürüklenen yağmur bulutlarında yağan sularla bitki örtüsü artarak hayvanlara ve insanlara besin kaynağı olmuştur.

DİN TARİHİ

Rahiplerinin saygınlıklarınının bir başka dayanağı tanrılara nasıl hoşnut görüneceğini dinsel şarkıların nasıl okunacağını bilgilerin ilk olarak yazıya döküldüğünü İ.Ö. 1800 dolaylarında öğrenmişlerdir.

Yazı sanatı:

Duyduklarını bilgilerini yazmak için yazı sanatını öğrenmek zorunda kalmışlar.İ.Ö. 3000’den azsonra yazıların belgelerin kullanımı başlamıştır.

Sulama İ.Ö. 3000 yıllarında su muhendisliği gelişme düzeyine ulaşmıştır. Bunun sonucu olarak ta askeri güç İ.Ö. 3000 dolaylarında rahiplerin önderliklerine rakip olan kırallık başlangıçta tanrıların insanlar arasından birini kendi temsilcileri olarak atadıkları tanrılar adına baş rahiplik yapacak birini atadıklarını öne süren birinin rahip olacaktır.ancak savaş zamanlarında söz sahibi baş rahip olacaktır.

SABAN ‘ın icadı

İ.Ö.3000 den önce insanlar tarım gücünün tarım işlerine nasıl kullanılacağını öğrendi.

Yunan uygarlığı İ.Ö. 500-336 arasında gelişip serpilişi

İyonyanın yunan kentleri

Kyros’un küküçük Asyayı lidya kıralı Krezüsün elinden aldığı İ.Ö. 546’dan beri süregelen Pers yönetimine karşı İ.Ö. 499’da.Ayaklanma 5 bin yıl sonra bastırıldı kıyılarının önde gelen kenti Miletos yağmalandı. Yunalart ile Persler arasındaki savaşın bu birinci döneminde, zaferi kesin olarak Persler kazandı. Bununla birlikte, adları ozaman pek duyulmamıştı. Önemsiz iki Yunan kenti olan Atina ve Eritra ayaklananları desdeklemek üzere egenin karşı kıyılarına birkaç tekne gönderme gözüpekliğini gösterdiği için, Kıral Darius bu sonuçla yetinmedi İ.Ö. 490’’da bu kentleri cezalandırmak amacıyla gönderilen birlikleri Erithrayı’yı yağmaladılar. Öyle anlaşılıyorki Persler içerde kentin kapılarını açacak bir ihanetin gerçekleşmesini umarak, Atinanın 45 kilometre uzağındaki marotonda karaya çıktılar. Başarıya ulaşamadı Persler gerisin geri gemilerine binerlerken Atinalılar saldırıya geçerek marotonda parlak zafer kazandılar. Bu zaferin haberi bir koşucu tarafından Pers gemilerinin ulaşabileceği bir süredan daha kısa bir zaman içinde ulaştırıldı. (günümüzün maraton koşusu adını bu olaydan almıştır.) Böylece Pers gemileri kararlaştırılan biçimde Atina önlerinde görününce kentteki hainler harekete geçemediler, ozamanda amaçlarına ulaşamayan istilacılar çekilip gittiler.

Bu çarpışmalar Perslerin Avrupa Yunanistanını fethetmek yolundaki ciddi girişimlerine yalnızca bir başlangıç niteliği taşıyordu. Driusun oğlu ve Ardılı Kserkses böyle bir girişim için İmparatorluğunun 60 bin kişiden oluşan kara ordusunu topladı, Persler bu zafere gerçekten çok iyi hazırlandılar. İstanbul boğazı üzerinde bir yüzer köprü kuruldu tüm Trakya kıyıları bayunca depolara savaşta gereksinim duyulacak mallar yığıldı Yunanları boyun eğmeye kandırmak için diplomatık heyetler gönderildi. Birçok kent bir arada Delphideki sözü geçer Yunan kahini Perslerin öne sürdüğü koşulların iş işten geçmeden kabul edilmesini istedi. Fakat birbirlerine pek sıkı olmayan bağla bağlanmış Spartanın önderliğindeki yirmi kada kentten oluşan bir konfederasyon boyun eğmeyi kabul etmedi Küçük bir Sparta birlği pers ordusunu kuzeyde Termopilai’de durdurmak için boş yere uğraştı. Kserksesin ordusu bu geçidi aşıp güneye doğru yürüyünce Atinalılar kentlerini boşaltmak zorunda kaldılar. Atina ilerleyen pers birlikleri tarafından yağmalandı ve yıkıldı.Bununla birlikte Persler dost olmayan ve yıkıntıya döndürülmüş bir ülkede ordularının gereksimlerini karşılama yolunda büyük güçlüklerle karşılaştıkları için, bu tür başarılar Yunanlıların teslim olmaları sağlanmadıkça kesin zaferler olarak görünmüyordu. Bu nedenle Kserkses Yunan donanmasına saldırarak zaferi sağlama almayı denedi Yunanistan ana karası ile Salamis adasındaki dar geçit Pers donanmasının Yunan donanmasından kat kat üstün teknelerinin hareketine elverişli değildi.Bu nedenle yunanlar , becerikli ve yürekli manevralarla İ.Ö. 480’de kesin bir zafer kazanabildiler.Bu yenilgi üzerine Kserkses ordularını bir bölümü ile İrana dönmeye karar verdi.Pers birlikleri İ.Ö. 479’da Yunan kentlerinin birleşmiş orduları ile Platea’da karşılaştılar. Zafer gene Yunanlılarda kaldı. Bu başarının ardından atınalılar savaşı egenin karşı kıyılarına taşıdılar. Bu girişimler İyon ketlerini yüreklendirdi.

Buradan sonra yazımın devamı ilginizi çekerse bekleyin değerli okuyanlar..

undan 700 bin yıl önce insanların, çok iyi inşa edilmiş gemilerle okyanus yolculukları yaptıklarını biliyor muydunuz? Ya da bize "ilkel mağara adamları" olarak tanıtılan insanların, gerçekte günümüzdeki ressamları aratmayacak bir yeteneğe ve estetik anlayışına sahip olduklarını hiç duydunuz mu? 80 bin yıl önce yaşamış olan ve bize evrimciler tarafından "maymun adam" gibi gösterilmeye çalışılan Neandertal ırkının, müzik aletleri yaptığını, giyim-kuşam zevkine sahip olduğunu, kızgın kumlarda biçimli sandaletlerle gezdiğini biliyor muydunuz?

Büyük olasılıkla bunların hemen hiçbirini daha önce duymamış olabilirsiniz. Aksine, bu insanların yarı maymun yarı insan, konuşma yeteneğinden yoksun, dik duramayan, sadece garip hırıltılar çıkaran, vahşi mağara adamları olduğu yanılgısına kapılmış olabilirsiniz. Çünkü bu büyük yalan, yaklaşık 150 yıldır dünyanın dört bir yanında insanlara telkin edilmektedir.

Bu telkinin amacı ise, materyalist felsefeyi ayakta tutabilmektir.

Materyalist, yani maddeci felsefe, Yaratıcı'nın varlığını inkar eder. Gerçekleri saptıran bu görüşe göre, evren ve madde ezelidir, yani bir başlangıcı dolayısıyla bir Yaratıcısı yoktur. Bu batıl inancın sözde bilimsel temelini ise evrim teorisi oluşturur. Çünkü materyalistler, evrenin bir Yaratıcısı olmadığını iddia ettikleri için bu evrendeki canlılığın ve düzenin nasıl ortaya çıktığına kendilerince bir açıklama getirmeleri gerekmektedir. Evrim teorisi bu amaçla kullanılan bir senaryodur. Bu senaryoya göre, evrendeki tüm düzen ve canlılık, tesadüflerin sonucunda kendiliğinden oluşmuştur. İlkel dünyada bulunan bazı cansız maddeler tesadüfen biraraya gelerek ilk canlı organizmayı oluşturmuşlardır. Milyonlarca yıl süren tesadüfler sonucunda ise bu ilk canlı organizmanın evrimleşmesiyle evrim zincirinin en sonunda bulunan insan meydana gelmiştir. Her biri imkansız olan milyonlarca aşamanın sonucunda meydana geldiği iddia edilen insanın tarihi de, yine bu senaryoya uygun olarak hikayeleştirilmiştir.

Hiçbir bilimsel delili olmayan bu anlatıma göre insanlık tarihi şöyledir: Nasıl ki canlılık ilkel bir organizmadan, en gelişmiş organizma olan insana kadar ilerlemişse, insanlık tarihi de en ilkel insan toplumundan en gelişmiş insan toplumuna doğru ilerleme göstermiş olmalıdır. Bu, bilimsel dayanağı olmayan bir varsayımdır. Ve bu varsayım, materyalist felsefenin ve evrim teorisinin iddialarına göre hazırlanmış olan insanlık tarihinin temelini teşkil eder.

Evrimci bilim adamları, tek hücreden çok hücreye ve ardından maymundan insana doğru uzayan sözde evrim sürecini açıklayabilmek için, tarihin gelişimini de senaryolaştırmışlardır. Bunun için �ilkel insan�ın yaşam şeklini açıklayan "mağara devri", "taş devri" gibi hayali dönemler uydurmuşlardır. "İnsanlar maymunlarla ortak bir atadan türemişlerdir" yalanını savunan evrimciler, bu iddialarını kendilerince kanıtlayabilmek için arayışa girmişler ve arkeolojik kazılarda buldukları her taş ya da ok parçasını veya bir çömleği bu doğrultuda yorumlamışlardır. Oysa karanlık bir mağarada postlara bürünerek oturan, konuşma yeteneği olmayan yarı insan yarı maymun canlılar, yalnızca birer hayal ürünüdür. İlkel insan hiçbir zaman var olmamış, taş devri hiçbir zaman yaşanmamıştır. Bunlar evrimcilerin bir kısım medyanın da yardımıyla oluşturdukları göz boyamalardan başka bir şey değildir.

Bunlar birer göz boyamadır; çünkü biyoloji, paleontoloji, mikrobiyoloji, genetik bilimler başta olmak üzere bilim alanında yaşanan gelişmeler bugün evrim iddiasını tamamen yıkmıştır. Canlı türlerinin birbirlerine dönüşüp evrimleştikleri iddiasının geçersizliği anlaşılmıştır. Aynı şekilde insan da maymun benzeri canlılardan evrimleşmemiştir. İnsan, var olduğu günden bu yana insandır. Var olduğu günden bu yana da yüksek bir kültüre sahiptir. Dolayısıyla "tarihin evrimi" de hiçbir zaman gerçekleşmemiştir.

Bu kitapta, "insan tarihinin evrimi" iddiasının geçersizliğini bilimsel delilleriyle ortaya koyacak, bilimsel bulguların yaratılış gerçeğini desteklediğini inceleyeceğiz. İnsan bu dünyaya evrimle değil, sonsuz bir güç ve akıl sahibi olan Allah'ın kusursuz yaratmasıyla gelmiştir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder