30 Nisan 2009 Perşembe

PEDİYOMETRi

PEDİYOMETRi i. (fr. pediometrie veya paediomeîrie). Pediyatri. Doğduğu andaki dölüt gelişim derecesini tespit etmek ve daha sonra da çocuğun gelişmesini takip etmek için süt çocuklarının tartısıyle bir­likte yapılan boy ölçümü. (L)

PEDİPLENLEŞME,

PEDİPLENLEŞME i. (fr. pediplanation'-dan). Jeomorfol. Pedimentlerin oluşması ve yamaçları gerilemekte olan inselbergîerin yavaş yavaş ortadan kalkmasıyle meydana gelen genel düzleşme. (Pediplenleşme na­zariyesi L. C. King tarafından W. M. Da-vis'in ciddî itirazlara yol açan pediplenleş­me nazariyesi yerine ortaya atıldı. Pedip­lenleşme terimi, çok düz ama türediği şev­ler gibi dik bir eğim meydana getirebilen pediplenin oluşma olayına uygulanır.) [L] PEDİYATRİ i. Bk. ÇOCUK hekimliği. PEDİYOMETRE i. (fr. pediometre'den). Yeni doğan bebekleri tartmağa, ölçmeğe yarayan âlet. (L)

PEDIOPSIDUS

PEDIOPSIDUS i. Çayır ve çalılıklarda yaşayan böcek. (Avrupa'da pek çok türü bulunur; homoptera takımının jassidae fa­milyasından.) [L]
PEDİPALP i. (fr. pedipalpe). Zool. Bk. DUYU ayağı.

PEDİMENT

PEDİMENT i. («bir heykeli veya heykel grubunu taşıyan alınlık» anlamında ing. k.). Jeomorfol. Yayılımlar veya örtü halinde akışın etkisiyle yarı kurak iklimde biçim­lenen eğik yüzey. (Pediment, inselbergier [veya adatepe] eteğinde döküntülerin ta­şındığı bir kuşağa tekabül eder; gereçle­rin yığışım alanı daha aşağıdaki kesimde olduğundan buralarda alüvyonlar 1-2 m kalınlığında, bazen kesikli bir tabaka mey­dana getirir: sebhalar, maaderler v.b.)
— ANSİKL. Pedimenflenn menşei, yarı kurak bölgedeki yağmur suyunun yüzey­den akışına bağlıdır (bk. CöL, eğîNTî). Pedimentin oluşum şekli bugün bile tartı­şılmaktadır. Bazı jeologlar, inselberg ya­maçlarının basit gerilemesi sonucu pedi­mentin oluştuğunu ileri sürer; geri kalan­lar ise pedimentin oluşumunu suların dökün­tüleri kaldırmasıyle yerli kayanın yavaş bir şekilde gerilemesine bağlar. Bu sonuncu tez «aşınma eğintisi» terimiyle yansır (pe­diment genellikle bu terimle belirtilir.) Bu iki sürecin yerel şartlara ve litolojiye gö­re farklı bir şekilde biraraya geldiği sa­nılır. Meselâ yan kurak ilkimde taneler halinde ufalanmağa çok elverişli olan gra­nit, en güzel pedimentleri verir; çünkü ko­pan granit döküntüleri, suların kolaylıkla taşıyabileceği küçüklüktedir. Bu şekilde, inselberg yamaçlarının gerilemesiyle mey­dana gelen pediment düzensizlikleri, son­raları kolayca ortadan kalkabilir. (L) PEDl(O)—, yun. pais, paidos, çocuk'tan alınan ve bazı kelimelerin bileşimine giren önek. (L)

PEDİLOPHORUS

PEDİLOPHORUS i. Madenî renkte yu­varlak gövdeli küçük böcek; akarsuların kumlu kıyılarında yaşar. (İlmî adı Pedilop-horus nitidus. Kınkanatlıların byrrhidae fa­milyasından.) [L]

PEDİLANTHUS

PEDİLANTHUS i. Antillerde yetişen şifalı bitki. (Sütleğengillerden.) — ANSÎKL. Pedilanthus'un dallı ağaççık şeklinde otuz kadar türü vardır. Bunların yaprakları kısa saplı, almaşık, basit ve et­lidir; yaprakların dibinde iki tane şişkin bez bulunur. Çiçekler dalların ucunda kır­mızı bürgüler içindedir. Pedilanthus tithy-maloides Antillerde vc Güney Amerika'da yetişir. Bunun kökünden kusturucu bir mad­de elde edilir. Bitki Saint Domingo ipeka­sı adiyle bilinir. (L)

PEDICİA, PEDİD, PEDİKÜLOZ, PEDİKÜR, PEDİKÜRCÜ

PEDICİA i. Avrupa'da nemli ormanlarda yaşayan büyük sivrisinek. (tplikduyargalı sineklerin tipulidae familyasından.) [L] PEDİCULİDAE çoğl. i. Bitleri (pediculus) ve benzerlerini kapsayan böcek familyası. (L)
PEDİD veya PEDİDAR sıf. (fars. pedid, pedidar). Bk. BEDîD veya BEDîDÂR. .
PEDİEUS i. (yun. pedion, ova'dan, pedieus, ovada oturan). Esk. Yun. Atina ovası veya Pedion'da oturan. || Solon devrinde, Ati-na'daki muhafazakârlar ve toprak sahipleri partisinin üyesi. (L)
PEDİKÜLOZ i. (fr. pediculose). Bk. BİT hastalıkları.
PEDİKÜR i. (lat. pes, pedis, ayak ve cu­ra, bakım > fr. pedicure, ayak bakımı ya­pan kimse'den). Deriye batmış tırnakları düzeltmek, nasırları yumuşatmak veya çı­karmak v.b. işleri kapsayan ayak bakımı. (M)
PEDİKÜRCÜ sıf. ve i. (pedikür'den pedi-kür-cü). Pedikür yapan (kimse). [M]

PEDİCELLİNA

PEDİCELLİNA i. Kuzey denizlerinde ya­şayan entoprocta takımından yosun hay­vanı; sürüngen küçük koloniler halinde de­nizlerde, bazen deniz hayvanlarının (halka­lı solucanlar v.b.) üzerinde yaşar. (Pedicellinidae familyasının örnek tipi.) [L]

PEDİATRİ

PEDİATRİ veya PEDİYATRi i. (fr. pediatrie). ÇOCUK hekimliği.

PEDİACUS

PEDİACUS i. Ağaçların kabuğu altında yaşayan avrupa böceği. (Kınkanatlıların cucujidae familyasından.) [L] PEDİAS. Esk. coğ. Parnes, Pantelikon ve Hymettos veya Hymessos (Eleusis ovası, Mesogaia, Marathon ovası ve büyük mer­kezî ova) arasındaki düz bölgenin adı. Kephisos ile İlissos tarafından sulanır ve bü­yük bir zeytinlik tarafından ikiye bölünür. Eskiçağda arpa tarlalarıyle örtülüydü. So­lon zamanında Eupatrides'lerden ve mülk sahiplerinden meydana gelen muhafazakâr Pedieos siyasî partisinin merkeziydi. (L) PADİASİMOS (Theodoros), bizanslı bilgin (XIV. yy.). Nikolaos Kobasilas ve Andronikos Zaridas'a mektuplar, kahramanlık şiirleri ve Ekthesis Tinon Thaumaton Ton Hagion Megaton Martyron Kai Thanma-turgon Theodoron (Aziz Theodorosların Birkaç Mucizesi Üstüne Bilgiler) adlı bir ki­tap yazdı. (M)
----
PEDİ—, lat, pes, pedis, ayak'tan alınan ve birçok kelimenin bileşimine giren önek. (L)

PEDETES

PEDETES i. Güney Afrika'da yaşayan ke­mirgen Hayvan. (Pedetes geceleyin ortaya çıkan toprak kazıcı, kemirgen bir hayvan­dır; peşine düşüldüğü zaman, çok uzun olan arka bacakları sayesinde art arda sıç­ramalarla kaçar. Güney Afrika steplerinden Kenya'ya kadar bulunur. Tek başına pedetidae familyasını meydana getirir.) [L]

PEDERZİNİ

PEDERZİNİ (Gianna), italyan kadın şar­kıcı (Vo di Avio, Trentino 1904). Sanat ha­yatına 1923'te başladı, 1931'de Milano'da Scala'ya girdi, zamanla dünyanın bütün bü­yük sahnelerinde şarkı söyledi. Geniş bir alto sesi olan sanatçı, Conchita Supervia'-nın yerine geçti, Carmen, Medium v.b. ope­ralarda çok alkışlandı. Poulenc'in Dialogue des Carmelites (Karmelit Rahibelerinin Di­yalogu) [1957] operasında manastır başrahi-besi rolüne çıktı. (L)

PEDERŞAHİLİK

PEDERŞAHİLİK blş. i. (pederşahî'den pe-dersahî-îik). Sosyol. Esk. Erkeğin hâkim olduğu aile. Eşanl. ATAERKİ. — ANSîKL. Sosyol. Pederşahîlik. Ana ba­ba ve çocuklardan kurulu' aile birliği, bu­günkü biçimini alıncaya kadar, tarih bo­yunca birçok değişiklik geçirdi. Bazı top­lumlarda kadının soyundan gelen aile ya­kınları esas akraba sayılıyordu. Maderşahî (anaerkil) denen bu aile türü yanında esas akrabalığın baba soyundan geldiğini kabul

eden babanın hâkim olduğu pederşahî (ata­erkil*) aile türü doğdu. Pederşahî ailede, babanın (aile erkeğinin) bağlı bulunduğu totem esastır. Bütün aile o totemi tanır. Tek tanrıcı dinlerin hepsi pedarşahî aile tü­rünü benimsedi. Eski anadolu halkları da­ha çok anaerkil aile geleneğini sürdürü­yordu. Bugün bütün müslüman ülkelerde babanın aile reisi olduğu pederşahî aile düzeni vardır. Türklerde de bu aile gele­neği geçerlidir. (M)

PEDERŞAHÎ

PEDERŞAHÎ blş sıf. (fars. peder, baba ve şah'tan Osmanlıca peder-şahi). Sosyol. Esk. Ataerkil: Pederi aile pederşahî aileden çok farklıdır (Ziya Gökalp). [M]

PEDERSEN (Holger)

PEDERSEN (Holger), danimarkalı dilbi­limci (Gelballe, Kolding yakınları 1867-Kopenhag 1953). Kopenhag üniversitesinde pro­fesördü. Başlıca eseri: Vergleichende Gram-matik der Keltischen Sprachen'den (Kelt Dilleri Karşılaştırmalı Grameri) [1909-1913] başka rune alfabesi üstüne incelemeleri de vardır. (L)

PEDERSEN

PEDERSEN (Christiern), danimarkalı ya­zar (Helsingör 1480'e doğr. - ay.y. 1554). 1510-1515 Arasında Paris'te okurken, La-tince-Danca Lügat (1510) ve Saxo Gram-maticus'un ilk danca tercümesini (1514) ya­yımladı. Lund'da Piskoposluk meclisi üye­liğine getirildi, sonra Luther'ciliği kabul et­ti ve Norveç'te basımcı oldu; Luther İn­cil'inin danca tercümesini (Christian III. Bibel [Christian III incili], 1550) yayımla­dı. (L)

PEDER

PEDER i. (fars. peder). Esk. Baba: Akşam üstü kızlarını, kardeşlerini almak için mek­tep kapısına gelen peder ve biraderlerin ne kadar çok olduğuna dikkat ediyor mu­sun? (R. N. Güntekin). Mahkûm olarak ye'se şu biçare peder de I Evlâdını şayed o karanlık gecelerde I Vazgeçmiş olsaydı ara­maktan ne bulurdu? (M. Â. Ersoy). || Pe-der-ender, üvey baba. || Peder-mande, ba­badan kalma. || Kayın peder. Bk. KAYIN­PEDER.
♦ Pederane zf. Esk. Baba gibi, babaya yakışacak tarzda: Bugün sana pederane ih­tar ediyorum (R. N. Güntekin). || Sıf. Ba­baya yaraşır.
4 Pederi i. Esk. Baba olma hali, babalık. (M)
PEDEROS i. (yun. paideros). Beyaz opal çeşidi. (L)

Hikaye

Hikaye
Dünyanın üzerinde şöyle birkaç tur atıyor olsaydık, her insan denilen canlının birbirine benzer özellikleri olduğunu görürdük. Önce iki kolu ve bacağı sonra bir kafası ardından da gözleri ve burnu olduğunu. Denilir ki bu benzerliklerin geçmişte insan ırkı için önemi büyüktür. Garip olan şu ki benzerliklerin fiziksel olduğu her bakış açısı herkesi peşi sıra sürükleyen mahşeri bir kalabalığın tasvirini canlandırır bizde. İnsan ırkının yarattığı tüm uygarlıklar aynı nizamda peşi sıra dizilmiş, kat kat veya yan yana mimari yapılardan, peşi sıra geçilebilecek, yürünebilecek ve öylece durulabilecek sokaklardan ve buna benzer birçok teknik yapıdan oluşur. İnsan ırkının birbirini görmeden birinin diğerine benzediğini farketmeden, kitleler ve kütleler halinde bir arada bulunmadan varlığını devam ettirebileceği mekânlar, zamanlar ve olaylar vuku bulmuş olabilir midir geçmişte veya olabilecek gelecekte? Diğer tüm canlıları esef altında bırakmadan denilebilecek en sade ve en masum görüş şudur ki insan her ne kadar birbirinden kopamayan, binlerce yılın alışkanlığını üzerinde taşıyan bir canlı olsa bile hele ki sosyal bir canlı iddiasının nesnesi olsa bile, birbirinden ve diğer her şeyden tamamen veya kısmen farklı binlerce dünyası olan benzersiz farklılıklara sahip olabilmektedir. Peki nasıl?

Hikâye…

İnsanlığın bugüne kadarki en ileri uygarlığının en modern (veya ne derecede ise) kentinin en büyük meydanında birbirini ezme cüretini gösterebilecek hınca hınç kalabalıklar içinde bile insan kendi kodlarıyla okuduğu yaşamını yine kendi kodlarıyla hayal dünyasına taşıyabilmektedir. Yine o kalabalıkta yalnız kalabilmektedir. Çünkü diğer herkesin olduğu gibi onun da bir hikâyesi vardır. Tek bir insanın uygarlığı, kitlelerin birbirini görmeden geçebilecekleri yan yana sokaklara, binlercesinin yaşayabileceği fakat birbirinin varlığından bile haberdar olamayacağı kentlere sahiptir. Ve bu uygarlık kalabalıkta yalnız olmayı bildiği gibi yalnızken kalabalık olabilecek kadar da çoktur. Günün popüler furyasında “Anlatılan senin hikâyendir” cüretini, babili yok etmiş akınların, bizansı yıkmış savaşların, romayı yakmış isyanların bile üstünde görme telaşını siz de yaşamıyor musunuz? Hikâye tek kişi uygarlığının özgür dünyası iken anlatılan nasıl benim olabilir. En basitinden ben anlatmadıysam. Hikâye, anlatan kişinin anlattığı insanları, olayları, mekânları ve zamanları sırasıyla aktör, senaryo, dekor ve perde yapan bir sahne değil midir? Hikâye, sahibinin uygarlığında görev verdiği hayalleri sahneye çıkartır. Sahne, hikâye oldukça insanı anlatır, anlattıkça hikâye olur.

Ve şimdi koca dünyada savaşlarla, krizlerle ve her türden salgınla mücadele eden sözde uygarlık, kendi vicdanının riyakârlığına göz kırparak sloganlar üretmekte.

“Çocuklar Ölmesin”
“Savaşı Durdur” ve vice versa…

Bunun gibi sloganları yok sayıp üstüne koyabileceğim, söyleyebileceğim ve benim diyebileceğim slogan şudur: “Tek kişinin uygarlığı ölmesin” “Anlatılan sadece anlatanın hikâyesidir”

Birbirini görmeyen insanlar olduğumuz zaman kalabalık olabileceğimizi hiç düşlediniz mi?
Aslanağzıların Düşsel Yaşamı
28 Nisan 2009 Salı 01:34
Hikâyeleriniz yoksa siz de yoksunuz!

Hikâyeme aslanağzı içindeki karıncanın varlık nedeniyle başlamak isterdim. Ancak, dilinin ucundaki polenlerle ilgilendiğini pek zannetmiyorum. Bu yüzden de, bir balina içinde oturan huzursuz balıkçı hikâyesiyle dolayımlama yapamayacağım. Hikâyeme kitap sayfaları arasına çiçek koyan insanlarla başlamak niyetindeyim. Mana dünyamın kavisli yollarında ilk belirişi, dokunduğum her şeyi tanrı ilan ettiğim zamanlarda, kalınca bir ansiklopedi içinde karşılaştığım aslanağzı ile gerçekleşti. Neden kitaplar arasına çiçek konduğu hususunda pek bilgi sahibi değilimdir. Karşılaşmamda bir ayraç niteliği de sezinlememiştim. Ayrıca da, somut olarak tasarlanmış belli bir işlevsellikten öte düşünme taraftarıyımdır. Bu naif eylemin örtük biçimde derinlik katma düşüncesine dayandığına dair şüphelerim var. Zaten, kitap arasına çiçek koyan insanlar sevecen insanlardır. Oradaki varlıkları, ara ara kitabı açıp çiçeğin kurumasını izleme ya da uzunca bir süreden sonra çiçeği kurumuş halde görme isteği, ‘bastırılmış’ arzuların bir yansıması değil, bilakis hayata dair basit izlenimler yoluyla belli bir derinliğe ve iç huzura ulaşma çabasıdır. Huzurlu insanlardır yani, doğadan kesitler sunan takvimler üstüne bir de maarif takvimi -Türkiye gazetesi menşeli olanları makbuldür- asarlar. Düzenli bir biçimde sayfaların koparılması ihmal edilmese de, zamanı içsel bir takipten ziyade iç huzurun tamamlayıcısı olarak görülmelidir. Ancak bunların, daha ayrıntılı çözümleme yapmaya müsait konular olduğunu da kabul etmekteyim. Şimdilik genel çıkarımlarım, aslanağzıların kendiliğindenliğini zoraki bir dışavurumla açığa vurma isteğinin kaynağını keşfetmeye yeterlidir. Artık ağzını açamayacak kadar yalama olmuş aslanağzının üzerindeki parmak izlerinin, kriminal bir incelemeyle sıkıntıdan muzdarip olmayla, deneyimleme yoluyla öğrenme arasında gidip gelen bir çocuğa ait olduğu ortaya çıkarılabilir. Buradan yola çıkarak, karıncanın varlığının özsel olmadığı apaçık ortadadır. Volantarist sapıklık… Kaldı ki tarihte örnekleri bolca olan bu fetişizmin insanlığı pek iyi bir konuma getirmediği ortadayken neyi nasıl anlamlandıracağız. Kime hangi gerekçeyle kızacağız. Bir çocuğun sırtına mı yükleyeceğiz bütün bu olan biteni. İrade dedikleri bir tür iktidar hevesi midir? Kafam karmakarışık oluyor bütün bu izleri takip ettiğimde. Durduğum nokta da artık başka bir güzergâha yönelmem gerektiğinin farkına varıyorum. Aslanağzıların düşsel yaşamı konusunda bir yerlerde muhakkak bir vecizin olduğu kanaatindeyim. Evde hala niye durduklarına bir anlam vermekte zorlandığım fakat dediğim gibi somut olarak tasarlanmış belli bir işlevsellikten öte düşünme taraftarlığım sonucunda nostaljik bir yeniden inşa olduğuna inandığım, gene aynı iç huzurun sesine kulak verilerek nizami kesilmiş kuponlarla alınan ansiklopedilerden başladım aramaya. Hikâyemin ve başlangıç noktamın imgelerine dayanarak. Alfabetikti, sıradandı. Vazgeçtiğim an neden derinlik kattığını anladım çiçeklerin. Oradan Hopi yerlilerinin dilsel kehanetlerine yollar aradım.

“Eğer topraktan en değerli şeylerini kazıp çıkarırsak,
felakete davetiye çıkarırız.
Arınma gününe yaklaşıldığında,
gökyüzünde nakış nakış örülmüş örümcek ağları olacak.
Bir gün, toprakları yakabilecek ve denizleri kaynatabilecek bir kap kül
gökyüzünden aşağı fırlatılabilir.”
(Koyaanisqatsi - Life out of Balance, çılgın hayat)


Varlığın yeni belki de özsel olan formlarına ulaşma hevesindeydim. Bulduğum şeyler birikti. Sonuçta ortaya, aslanağzıların düşsel yaşamı konusunda kendi imgelerimin “ritmik terennüm”leri çıktı. Aslanağzılarıyla artık her bir karşılaşma başka bir hayat formuna yönelmekte… More life, More than life – Daha fazla hayat, Bu hayattan daha ötesi… Hatırla ki, dokunduğun şeylerin tanrılarına dualar eden hikâyelerin çıksın her bir sandıktan. Benim de hikâyem çocuk zamanlardan kalma bu rivayetlerle oluştu. Aslanağzılar vesiledir, melektir onlar, ilham perileridir. Sevelim onları… Tam da bu nokta da, iç huzura ulaşmış olarak güzel bir uykuyu hak ettiğimden, “lâfzî terennüm”ü, naçizane zihin haritalarımı oluşturmada bana ölçeksiz bu işin nasıl yapılacağını öğreten, işe gömlek seçimiyle başlamanın mühim olduğunu zikreden isim ve fikir babama bırakayım:

“Başka şeylerin uzun varoluşuyla gerçekleştirdiği güzelliği o kısa varoluşuyla gerçekleştirmiştir. Kim diyor bize, meyve üreticisinin yararına bir sonları olmayan çiçeklerin ziyan olduğunu? Hayır, bir şeyleri pencereden atma ayrıcalığı yalnız insana özgüdür.”
(Momentbilder sub specie aeternitatis Philosophische Miniaturen, G. Simmel)
Kamusal Alanda Terlik Sorunu
22 Nisan 2009 Çarşamba 02:22

- Terlik, elin hiç yardımı olmadan giyilmek üzere tasarlanmıştır.
Eğilmeye karşı duyulan nefretin anıtıdır. -
Theodor Adorno, Minima Moralia

Sanırım artık hiçbir insan evladı üzerimize giydiklerimizin doğal ihtiyaçlardan kaynaklandığını iddia edemez. Giyinme başlı başına insanın kendine yabancılaşması olarak değerlendirilebilir. Tarihsel seyir içinde çıplaklığın mahremiyetle kurduğu ilişki giyinmeyi örtünmeye taşımıştır. Ama bu öyle bir şeydir ki, hem bir şeyler giymek zorundasınızdır hem de her şeyi istediğiniz gibi giyemezsiniz. Düşünün ki kılık kıyafetin kanunu da bulunmaktadır. Garip ve komik değil mi? Ancak işin içine ihtiyaç, moda, kültür gibi unsurların yanında türlü anlam ve söylem biçimleri de karışmaktadır. İşbu durumda memleket dâhilinde mütemadiyen tartışılan meselelerimizi bir başka düzleme taşıyarak ele almaya neden çalışmayalım. Örneğin terlik sorunsalı. Bence çözülmesi çok daha karmaşık bir boyuttadır. Ayağa giyilen şeylerin anlam dünyaları da bambaşkadır. Misal, kamusal alana takunya ile mi girilemez, yoksa postalla mı girmek daha kolaydır. Özel alanda kimi insanlar ayakkabı da giyerken kamusal alana neden terlikle girilemez? O yüzden baştan değil ayaktan başlayalım. Her ne kadar dost başa düşman ayağa bakarmış denilse de. Gerçi bir düşmanınız varsa şayet, öncelikle ayağına bakmak çok da mantıklı bir şey değil gibidir aslında. Demek ki bu sözün anlatmak istediği başka bir gerçeklik düzeyi bulunmaktadır. Burada ayağa giyilen nesneler dünyası işaret edilmektedir Özellikle terlik, güdümlü füze olma işleviyle ev içi saldırı mekanizmalarının en etkililerindendir. Hem hane halkına hem de haşerelere karşı şiddetin aracıdır. Öte yandan köpeklerin ‘eğitim’inde sahiplerinin onlardan atılan terliği geri getirmesini beklemesi ve köpeğin buna koşullanması ‘disiplin’e edici bir faktör olarak karşımıza çıkar. Bu durum vurulan avın getirilmesinin evcil bir versiyonudur. Terlik, otoriter ailelerde ebeveynlerin çocuklar üzerindeki baskı aracıdır aynı zamanda. “Git terliklerimi getir”, “terliği yersin şimdi kafana” gibi otoriter dili yansıtan bir araçtır. Yine ayağında çorap olsa bile betona ya da marleye basan çocuğu, annesinin “git ayağına bir terlik geçir” uyarısına maruz bırakacak bir nesnedir. Terliğin tarihine baktığımızda ise; ilk ortaya çıkışı, işlevi mahiyetinde ayakkabıyla eş değerdir, modern terliğin ise 1868’deki restorasyonla Japon modernleşmesini başlatan imparator Meiji döneminde ortaya çıktığı rivayet edilmektedir. Meiji döneminde özellikle batıyla ticari ilişkiler yoğunlaşmış ve kapitalist süreçler işlemeye başlamıştır. Yalnız, kendi evlerine ayakkabıyla giren batılılar yoğun sosyal, ekonomik ilişki içine girdikleri Japonların da evlerine ayakkabıyla girmeye çalışmışlardır. Japonların da evlerine önem verdikleri bilinen bir gerçek. Zaten batının başka kültürleri pek önemsemediği de ortada. Gariplerim de hem ticari ilişkilerin bozulmaması hem de evlerini sıhhi tutmak için bir yol ararken modern anlamda terliği icat ettikleri söylenir. Her ne kadar tahakküm ilişkilerini pekiştirici bir araçsallığı olsa da, diğer yandan gündelik hayatta pek de değer verilen, saygı gören, ciddi bir nesne değildir. Oysaki ayakkabı ciddi bir karakter taşır, ama terlik daha evcil, daha küçük amaçlar peşindedir. Hele bir de kösele ayakkabı, derinin işlenişi, taban yapısı ve duruşuyla kamusal hayatın ciddiyetini yansıtır. Modern hayatın keşmekeşi ve koşuşturması içinde kamusal hayatı en çok hisseden onlardır. Ama terliğin sokakla tek bağlantısı en fazla bakkala gidip gelme mesafesidir. Yenilerde “çok gezen terlik eve bok getirir” gibi bir söz de duymuşluğum var. Bir de tuvalette, banyoda, yazlıkta giyilen bir nesneden ne kadar ciddi olmasını bekleyebilirsin ki. Art arda söylendiğinde de komik kaçmaktadır. Ayrıca terlik adı üstünde teri alan anlamındadır. Böyle pislik bir şeydir bir kere. Hem üstüne üstlük teri de almaz, pazardan alınan Tayvan malı terlikler ayağı terletir durur. Bir de sahilde falan yürürken kum, çakıl kaçmasından dolayı ikide bir durup şöyle bir sallamak gerekir. Her şeyi geçtim bir ayakkabı özenli bir şekilde çıkarılırken, terlik lampiri lumpiri çıkarılır. Bu yüzden ayakkabının tekinin kaybedilmesi ender bir durumken terliğin teki hep aranır. Terlik çifti birbiriyle geçinemez, yan yana zor dururlar. Durkheimcı kolektif bilinci içselleştirmemiştir. Aykırıdır. Ayakkabı ise kamusallığın bütün kutsal görünümleri karşısında bir saygı duruşunu dayatır. Bu haliyle terliğin o yüce, o yüksek ideallerin mekânı olarak kurgulanan kamusal alanın ciddiyetini tehdit edebileceği düşünülmektedir sanırım. Bununla birlikte, İngiltere’de sanayi devriminin yoğun sömürü koşullarında Luddist hareket ayakkabılarını çarklara fırlatarak makinaları sabote etmişlerdir. (Ayakkabı fırlatmak. hımm.. tanıdık geldi sanırım) Ayakkabı anlamındaki ‘sabot’un makina kırıcıların bir aracı olmasından kaynaklı ‘sabotaj’ kelimesi de buradan ortaya çıkmıştır.

Kıssadan hisse, giyinme “zorunluluğu” kadar, giydiğimiz her şeyin de sosyal, kültürel ve politik bir konumu bulunmaktadır. Bambaşka dünyaların kamusallığı da ölümlü bedenlere giydirilmiş kutsal ciddiyet ile değil, kahkahanın çıplaklığı ile yaratılabilir. Homo Socialis varlığımızın maskelerini baştan ayağa, ayaktan başa bir bir çıkarıp atsak, belki o zaman daha başka bir yerde ayağımız toprağa, başımız göz parıltıları kadar berrak olan yıldızlara değebilirdi.
Bir Erkek Kıyafeti Olarak Etek
22 Nisan 2009 Çarşamba 00:40

“nerde hareket, orda bereket”

Kadın ve erkek: modernliğin dualitelerine boyun eğen iki cins. Birbirlerini bıkıp usanmak bilmeden zıtlıklar üzerinden tanımlayan canlılar. Giydirilmiş cinsiyetlerini varoluşlarının parçası sanan varlıklar. Evet, giydirilmiş; zira metaforik olarak biri pantolon diğeri etek olan pipisel ve kukusallardır erkekler ve kadınlar. Kukusal ve pipisel canlılar olarak kadın ve erkeği birbirinden ayıran temel unsurlardan biri birbirinin tuhaf muadilleri olarak cinsel organlarının yapılarıdır. Kadın cinsel organı içsel bir bütünlük arz ederken, erkek cinsel organı dışsaldır. Bu durumun yarattığı sosyolojik, kültürel ve psikolojik birçok analiz bulunmakla birlikte temel sorunsal bu canlıların giydiriliş biçimlerindedir. Evrensel kültürün bir parçası olarak dünyanın hemen her yerinde pipisel canlı pantolon, kukusal canlı ise etek giyer. Giymese bile, figüratif ve ikonografik temsiller birçok kültüre, birçok topluma ve yine birçok tuvalet kapısına bu haliyle zuhur eder. Pantolon ve etek, kadın ya da erkek olmanın diğer farklı temsillerinden biri halini almıştır. Sorun olan nokta da bu temsiliyetin hangi devirde toplumsal bir yasa olarak önümüze sunulduğudur. Zira kadın kukusunun yer aldığı bölge, kadının cinsel organı içsel olduğundan dolayı mümkün olan en dar giyecek biçimlerine bile uyum sağlayabilmektedir. Oysa erkek cinsel organı (sadece üç işlevli olsa da: çiş yapmak, seks yapmak, tombala çekmek) bir uzuv olma niteliği taşıdığından, kendisine hareket alanı açmak zorundadır. Kaldı ki pipiyi geçsek bile bilimsel bulgular, pipi altı ponponlarının insan türünün devamlılığının sağlanabilmesi için rahat bırakılması, salınması gerektiğini, sıkıştırılması halinde topluca “kısır” günü yapılabileceğini kanıtlarıyla sunmaktadır. Özetle kendisini sürekli salma ihtiyacı hissetmekte ve bunu bünyeye hissettirmektedir pipi ve ponponları. Şimdi, bu teorik bütünlüğün sonucunda ulaşılabilecek ya da insanlığın ve kültürün ulaşması gereken sonuç pantolonun kadının, eteğin erkeğin kıyafeti olması gerektiğiydi. Oysa bizatihi tam tersi bir durum ortaya çıktı. Gayet komplocu bir tavırla eteğin kadın kıyafeti olduğu konusunda bir erkek zorlamasından da bu noktada bahsedilebilir. Zira kolayca açılabilir olması, üstünü örttüğü bölgenin de kolayca görülebilmesine olanak veren bir kıyafettir etek. O halde erkek kuku- popo göreceğim diye mi kendisini mahkûm etmiştir pantolona ve hediye etmiştir eteği kadına? Neyse ki son elli yılda kadınlar devrimci bir atılımla pantolonu sahiplenmeye başlamışlar ve bunun için mücadele etmişlerdir. Maskülen değerlerine sıkı sıkıya bağlı ve denyo bir canlı olan pipisel varlık erkek ise kendi sonunu hazırlayarak hiçbir şey yapmadığı gibi eteği aşağılamaya devam etmiştir. Velhasılıkelam kültürel ürünleri ihtiyaçların belirlemediği iddiasıyla yazıyı bu noktada bütünleyebilir, dahası aynı kültürün erkeklerle nasıl dalga geçtiğine, yolda yürüyen birçok pipisel canlının aletlerine zar zor nasıl balans ayarı çektiğini izleyerek vakıf olabiliriz gibi geliyor bana (yoksa şüphen mi var?).
Pantolonla Diyaloglar
22 Nisan 2009 Çarşamba 10:30
Tozlu zamanlar hakkında bilgisi olan var mı?*

Ne bu canım her zaman parçasında, her daim biraz toz bulunur. Kendi uslayıp kendi çürüten, kendiliğinden bilinç çıkrıkları yoksa bünyede, mevzubahis olunan konular, fikri zorlayan iğrenç yargılar olarak nitelenmeye mahkûmdurlar… Hı?… Öyle mi?

Neyse ki tozlu zamanlardayız bugün, o yüzden tozlu zaman nedir? Bugündür…

Bizim memleketin tozlu yerleri vardır. Canilikle yargılanan, idam ile mahkûm edilen. Bir de bunların iğrenç yargıları vardır. Taş evlerden gelen serinlikten, yerin yedi kat dibine inen bir zenginlik beklentisiyle doludur. Güneş doğduğunda bir tek bu yerin dibindekiler fark etmez durumun vahametini. İyi midir, kötü müdür bilinmez. Gün doğmadan hemen önce grizuların diyarına girerler. Kömür çıkarırlar. Medeniyet bu yerlere “maden ocakları” der. Çıkaranlara da canlı tabut.

Zamanların o anında demir yollarla dünyanın merkezini fethetmeye çıkan yer üstü insanları kuşandıkları elbiselerini işte o an önemserler.** Ne ilginçtir ki dünyanın merkezini fethetmek yeryüzüne hükmetmektir o anda. Buharlı makinaların gürleyen ilerleyişidir modern zamanların çarklarını kullanarak. Dünyayı güneşten, aydan ve dahası milyonlarca yıldızdan daha fazla aydınlatma iddiasıdır kömür çıkarmak. Kömür enerjidir. Tiki tayfanın non-stop eğlencesidir neon ışıklarına bulanarak. Cafcaflı gökdelenlerin, gerçekte deldiğinin insan ruhu olduğunu itiraf ettiği, madenin çelik olduğu, gökyüzünün illa da kafanın kaldırılmasıyla görülebileceği küçük zamanların büyük yaftasıdır kömür. Ve pantolonla diyaloglar işte o an başlar.

“Pantolone” eski Venedik güldürü tiyatrosunda şalvarlı yaşlı adam anlamına gelir. Bu tiyatro çadır bezlerinin sarpa sardığı derme çatma sahnelerinde yorgun Avrupanın eğlenceli temaşasına can vermektedir. Tesadüfendir ki 1850’lerde Levi Strauss aynı çadır bezinden hoyrat ve canhıraş madencilerine sağlam kot pantolonu imal etmiştir. Farklı zamanlarda hiç de gülünç olmayan bir sahnede sırf maden sahibinin eğlencesi için yaratılan tiyatro, şalvarlı değil ama kot pantolonlu genç adamların dramına şahitlik eder. Trajikomik midir? Teatral gerçek bu olsa gerek.

Amerika kıtasının ilk başkaldırılarını da bu maden ve petrol işçileri sahiplenmiştir. Modern zamanların yaratıcıları, yaratımlarına başkaldırmaktadır. Ne kadar tanrısal olsa da insan aklının en büyük imasıdır aslında. “Yaratan ve bağışlayan tanrının adıyla” başlayan yakarışlar, yaratan ve yok eden insanın marşlarına dönüşür. Pantolon söze karışır:

Pantolon: Bu marşlara elbet tarih klip çekecektir.

(Popüler kültürün Tatlısesleri, Şensesleri varsa bizim de İçsesimiz vardır.)

İçses: Elbette, tarih dramatik sahneleri sever. Ama başkaldırıların listenin üst sıralarında olduğu söylenemez. Ne de olsa bu tür şeyler genç işidir.

Pantolon: Ama başkaldırı sadece buluğ çağı belirtisi değildir.

İçses: İlahi pantolon senin diğer bir adın da “blue jean” değil mi?

İlginç bir şekilde yine tarihin periyodik anlam çakışmalarına şahitlik ederiz burada. Başkaldırının sahipleri için yaratılmış bir pantolon aynı mana tünelinden geçerek başkaldırılara ev sahipliği yapmış bir zamana atıfta bulunur. Tıpkı zaman kendi dedeleri ve torunlarıyla konuşuyormuş gibi. Buluğ (İngilizceden devşirme hali, gâvurcası “blue” mavi demek la bu!!) çağında, aklı bir karış havada devrimci gençler, madencilerin 'blue jean'ini giyerek sokakları fethetmekteler. Tanrım seni bağışla!!!

Atina'nın tanrıları da oğullarına benzer bir isim vermişlerdir: “Pantoleon”. Tüm aslan, tamamen aslan anlamına gelir. Tarihte bilinen ilk pantolonlar Pers ülkesinde özellikle kadınlar tarafından giyilmişlerdir. Fakat Avrupa'nın erilliği doğunun dişiliğini aslan gibi, erkek nesli için bir giyime dönüştürmüşlerdir. Buna benzer birçok örnek olmasına rağmen doğunun, batı tarafından ağır ataerkillikle suçlanması ayrıca ilginçtir. Neyse konumuz pantolon olunca gerisi teferruattır bizim için…

Bu yazının sonucu nedir derseniz; şudur: Amansız olun!! Ama şöyle bir şey ; “Aman allahım!!” yerine “Hay allah ” gibi mesela…

Tekerleme: Pantolon nerede? Perslilerde.
Pers nerede? Atina'ya kaçtı.
Atina nerede? Avrupalılar yedi.
Avrupa nerede? Yandı bitti kül olduu.



* Maden ocakları tozludur, madenleri taşıyan kamyonlar ortalığı tozu dumana katarlar, ufacık bir tozla ninjalar birden kaybolurlar, toz bulutları ve akabinde yağmurlar kömürlü termik santrallerin oralarda çok gözükür, tozu dumana katarız, dumanı da ateşten elde ederiz, ateşi kömürle elde ederiz gibi sansasyonel uçuşumlara gebe aklın pis bir ürünü.
** Nasıl ki ulus devleti korumak için ulvi bir göreve kendilerini adamış ordu mensupları giyinirse önemle, cafcaflıca ve farklıyım ben diyerek, bizim madencilerin kamuflajı da böylece giyinir.
Modern Safsatalar
22 Nisan 2009 Çarşamba 11:06
Oxford Üniversitesi’nde 3-10 yaş arası çocuklar üzerinde yapılan bir araştırmaya göre, Bez Bebek dizisini izleyen çocukların ileride sürrealist olabilecekleri ortaya konulmuştur. Araştırmada, deneklerin %87,2’sinde beyin hücrelerinde bir takım kopmaların yaşandığı ve %74,35’inde de MRI yöntemiyle incelenen sağlıklı işleyiş göstergesi olan belirli kimyasalların düşük seviyelerde olduğu gözlenmiştir. Bilim adamları çocukların bu kopmalar nedeniyle her şeyi ters yüz edilmiş biçimde algıladıklarını, sağlıklı bir beynin göstergesi olan N-acetyl-aspartate (NAA) seviyesinin düşük olduğunun saptandığını söyledi.

Çalışmaları tüm dünyada takdir toplayan araştırma ekibinin lideri Prof. Dr. James M. Hutson, Bez Bebek dizisi izleme oranı ile sürreal etkiler arasında SPSS analizinde ortaya çıkan frekans değerleri incelendiğinde mutlak bir bağıntı olduğunun ve Cronbach Alpha Katsayısı 0.872 çıktığından araştırmanın kesin bir biçimde güvenilirliğinin test edildiğinin altını çizdi. Öte yandan lahana dolması yemenin pilatesle olan feng shuisel bütünlüğü ile Bez Bebek dizisi arasında anlamlı bir bağıntı bulunamamıştır. (p=0,179>0,05)

Doktor Hutson, aynı zamanda yaptıkları projektif incelemelerde de, Breton’un resmini gören çocukların “aa anne ben bu amcayı lunaparkta da gödümm” dediklerinin, Parsons’ın resmini görenlerde ise bir surat ekşitmedir, efendime söyleyeyim “yaaa istemiyom gitsin bu gitsin” şeklinde tepki verdiklerinin gözlendiğini ifade etti. Hutson, bu mutlak sonuçlardan yola çıkıldığında, Bez Bebeği izleyen çocukların sürreal eğilimler içine gireceklerini, ileride bir takım kişilik bozukluklarının ortaya çıkacağını, rasyonel düşünmekte zorlanacaklarını, aile yapısının bozulacağını, suç oranlarının artacağını, ülkede huzur ortamının bozulup, halkta infiallerin ortaya çıkacağını, anarşi ve kaos ortamından bir takım dış güçlerin yararlanmak isteyeceklerini belirtti.

Bu konuda ebeveynlere ve okullara oldukça sorumluluk düştüğünü belirtip, birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz bugünlerde şayet çocuklarımızın sağlıklı yetişmesini istiyorsak onlara kerrat cetvelini her daim ezberletmenin ve Comte’un Pozivist İlmihali ile Harun Yahya’nın Kavimlerin Helakı kitaplarının okutulmasının elzem olduğunu söyledi. Kaynak: BBC
Büyüdüm
22 Nisan 2009 Çarşamba 10:57

“Bütün renkler hızla kirleniyordu; birinciliği beyaza verdiler.”
Özdemir Asaf

Çok güzeldi her şey. Sonradan öğrendiğime göre adeta kokain etkisi yaratıyordu. Çünkü her şey hakikatten “çok güzel”di. Gün güneşli, insanlar neşeliydi ve beni çağırıyordu. İnanılmaz bir arzu gıdıklanması yaşıyordum henüz girişte çalan müziği dinlediğimde. Çok saftı, çok saftım. Gerçek olmasına inanmak isterken hayatı da adeta oradaki gibi kurguluyordum. Adı bile güzeldi: Susam Sokağı. İzlerken, yediğim şeyin paketinin dibinde kalan son parçaları, parmağımı ıslatarak üstüne basma eylemiyle ağzıma götürürken yaşadığım o tuhaf hazzı ve çelişkiyi yaşıyordum. Hani susamlı çubuk biter de susamlarına dadanırsınız ya; işte o. Susamlı çubuk bitmiştir ama geride en güzel yeri olan susamlarını bırakmıştır. Hüzün ve sevinç bir aradadır. O aptal sokakta da gerçek ve düş bir aradadır. Her şey akıl almayacak biçimde olumludur, iyidir, öğreticidir, kucaklayıcıdır. Gerçek midir peki?

Sonra büyüdüm. İlk istediğim şeylerden biri, adı “Minik Kuş” olan o aptal yaratığın kafasını koparmaktı. Hangi hakla küçük bir çocuğun algı dünyasıyla bu kadar oynamışlardı? Adı Minik Kuş olan bir canlı nasıl bu kadar büyük olabilirdi? Büyük neydi? Küçük nasıl tarif edilirdi? Sonra adı “Kırpık” olan ve küfede yaşayan o tuhaf şeyi yakmak istedim. Uyurken küfesine gaz dökmek ve ateşe vermek… Bana sokağın maskotu, iyi, çocukların sevgilisi olarak sunulan şey aslında sokağın yancısından başkası değildi. Ben hayatta kalmanın yollarını ararken, o kim oluyordu da akşama kadar küfenin içinde çocuklara bir şeyler anlatarak ve sürekli tıkınarak göbeğini büyütüyordu? Aklımda bu hayatın aptal gerçeklerine en fazla uyan karakter sanırım “Kurabiye Canavarı” idi. Anarşistti, kafasına göre hareket ediyor ve amacını gizlemiyordu. Aklında süt ve kurabiyeden başka bir şey yoktu. Kandırılmıştım! Ne gün güneşliydi, ne de insanlar neşeliydi. Dostluk ve sevgi hiçbir yeri sarmıyordu, saramıyordu. Bu şarkının çaldığı çağda savaşlar ve neden olduğu etkiler yüzünden 180 milyon insan ölmüştü. Üstüne üstlük Susam Sokağı’nın hemen ardından başlayan ve adı “Anadolu’dan Görünüm"* olan, misak-ı milli sınırlarını çizerek bizi bu coğrafyaya hapseden, o tuhaf müzikli program başlardı. Gösterilen şeyler, Doğu ve Güney Doğu’ da öldürülmüş insanlardan başkası değildi. Biraz önce izlediğim Susam Sokağı’nda geçen sevgi, dostluk, güzellik, iyilik gibi kavramlar daha üstünden beş dakika geçmeden yerini ihanet, düşmanlık, terörist, bölücü, kan gibi sapıkça kurgulanmış diğer kavramlara bırakıyordu. Her gün bir kez ve bir kez daha alt-üst oluyordum. Büyüdüğümde hâkimiyetin ikinci kategorideki kavramlara ait olduğunu fark ettim. Ben ilk duyduklarıma inandığımı söyledikçe ya çocuklukla ya da aptal bir romantizmle suçlandım. Bu kavramları idealize edip, o dünyanın kurulabileceğini iddia ettiğimde ise hain artık ben olmuştum…

*Adı her ne kadar bir çeşit gezi programına benzese de, değildi. Ama keşke olsaydı.
Bir Çocukluk Tahayyülü Olarak Trafo
22 Nisan 2009 Çarşamba 12:37

Hayatımızda içinde bulunduğumuz anlara eşlik eden oldukça karmaşık bir ‘şey’ler âlemi vardır. Eğer o anı hatırlanmaya değer görüyorsak, o şeylerle ilişkilendiririz. Böylelikle hafızada yer edinmesi için hatıra düzeyine çekeriz o şeyi. Yani dilsiz nesneler âleminden bazılarını o anı çağrıştıran bir özneye dönüştürürüz. Zira o ana tanıklık eden her şeyi gözün bir hafıza olarak alımlaması ve idrak etmesi mümkün değildir. Ama kimileri, bizim için ilgisiz gibi görünen ilgililerdir. Örneğin doğduğumuz ya da yaşadığımız evin merdivenleri, her gün okula ya da işe giderken geçtiğimiz yoldaki sıradan bir ağaç, bir kaldırım taşı gibi. Bunlar o anın sıradanlarıdır. Sahnede oynadığımız oyunun bilinçli olarak düzenlenmiş ya da orada bulunmalarına özel bir anlam biçtiğimiz bir dekor gibi de değillerdir. Sadece geçip gitmekte olan ana tanıklık eden dilsiz sakinlerdir. Benim de çocukluğuma dair anılarımı canlandırdığımda garip biçimde ilgisiz ilgililerden bir mekân olarak trafo aklıma gelir. Evimiz, mahallemiz, akrabalarımız ve köyümüzden ibaret o sınırlı mekânsallıkta ama sınırsız hayal gücü evrenimde trafoların o anları çağrıştırma da bir yeri oldu. Hani şu sarı duvarları, kiremitleri ve kahverengi kapısının üzerinde kuru kafa olan büyükçe trafolar. Fantastik ama zaten o çağlarda elektriğe dair imgelem buna müsait. Oyun oynadığımız yerlerin yakınında muhakkak bir trafo olurdu. Çocuk aklımca da, trafoların içinde çeşitli deneyler yapan bir takım insanların ya da bizden farklı olan varlıkların yaşadığını, onların evi olduğunu düşünürdüm. Benim o zamanlar mekâna dair algım da yaşanılan yerle özdeşti. Ama hiçbir zaman bunu büyük insanlara sorma gereği hissetmedim. Çünkü bir başka denememin kafamı oldukça karıştırdığını düşünmüştüm. Cami minarelerinde de Tanrının yaşadığını düşünürdüm. Bir gün dedeme, -dede sen Allah birdir diyon ama ben her yerde görüyom dediğimde, bana gülümseyerek –aynı zamanda her yerde oğlum demişti. Ben de -hımm tamam o zaman diyerek konuyu kapatmıştım. Okul çağıyla birlikte zihnimi zapturapt altına almaya başlayan “akılcı” bilgilerden de, trafolara dair hayal gücümü hep uzak tutmaya çalıştım. Antenlerden ve boya kutularından yaptığım bisikletimi trafo kenarındaki betonda sürerken, içeride yaşayanların neler yaptıklarını düşündüm. Renkli kablolar toplayıp, merdaneli makinanın boş karton kutusundan uzay mekiği yaptım. Bekledim… Odamın camından izleyip içerdekilerin ne zaman dışarı çıkacaklarını merak ettim. Düşündüm… Trafoları düşündüm… Evdeki Alanya hatırası geleneksel Türk kızı desenli kabağın resmini 152. kez çizmekteydim ki, -sayıyı net hatırlıyorum, o zamanlar 70’lerin sonundan kalma eski evrak kayıt defterlerine bir takım notlar alıyordum- artık bu konuda derinleştiğimi düşünüp bilyelerimi alıp sokağa çıktım. İşte o an… Tam eğilip keskin bir bakışla çamur toprağa saplanmış bilyelere odaklanmıştım ki, o kahverengi kapı bilim-kurgu filmlerine özgü bir gıcırdama ve ağırlıkla açıldı. Bu ilk karşılaşmaydı. Amcamın işçi tulumuna benzer kıyafeti, elinde metal bir kutu ve hep gıpta ettiğim büyük sarı kontrol kalemi cebinde. Bir ışık süzmesi içinde kaybolup gitti… La ne var aletirikçi amca işte söylemlerine asla aldırış etmedim. Artık tablo tamamlanmıştı… O zamanlar elektrik kesintileri günlük, olağan bir olaydı ve büyükler bunu “gene trafo patladı herhalde” ile anlamlandırırdı. Ben de ise, bizim çılgınlar gene iş başında düşüncesine eşlik eden arsız bir gülümseme… Aradan uzun zaman geçti, trafolar ya kaldırılıp yerin altına alındı ya da boyandı. Hatta ev gibi süslenenleri de oldu. Ama olmadı. Benim de düş dünyalarımın yerini çernobil gerçeklikler sardı. Daha sonra okudum. Illich’in enerjinin bizatihi kendisi eşitsizliktir sözlerini alımladım. Arama mesafe koydum. İnsanlığın enerji kontrolüyle belirlenmesini hazzedemedim. Ama hala elektrik kesintilerinde o arsız gülümseme oluşur yüzümde. Çocuksu düşlerimi anarım. Gülümsemem aynı zamanda teknolojiye bağımlı bir insanlığın yaşadığı o ne yapacağını bilememe haline, kendi çıplak karanlığıyla yüzleşmesine, o kaos haline… Trafolar hem çocuk zihnimin parıltıları hem de artık başka bir simgeselliğin parçası. Şalterleri indirmek de sanırım hem bir metonimi hem de bir metafor olarak, çılgın adımlarla yeni düş dünyaları yaratmaya mükellef.
Kameralara Oynamak
26 Nisan 2009 Pazar 21:30
005 numaralı gözetlenen, 'Kameralara oynama!' dediğinde 012 numaralı gözetlenene ne demek istemişti diye düşündüm. Herhalde şöyle bir şeydi: İzlendiğini biliyorsun ve buna göre davranışlarını değiştiriyor ve düzenliyorsun. Bu aynı zamanda izlenen '012' ile izlenmeyen '012' nin birbirinden farklı olduğunu gösteriyor. İlk bakışta bu iddiada pekte şaşırılacak bir şey yok. Hepimiz hayatımıza yeni bir uyaran girdiğinde, o uyaranın büyüklüğüne göre ya görmezden gelir, ya da onu dikkate alır ve kendimizi ve davranışlarımızı ona göre şekillendiririz. Bunda ahlaki olmayan bir şey yoktur. Ancak 005 bunu bir tür ahlaksızlık olarak hatta ikiyüzlülük anlamında kullanmıştı. O halde ikiyüzlülüğün bir erdemsizlik olduğu ön kabulüyle, ikiyüzlülüğü kötü yapan, uyaranlara göre davranışlarımızı düzenlemeyi ne iyi ne kötü veya nötr yapan nedir sorusunu sormalıyız. Davranışlarını uyaranlara göre biçimlendirmek zorunluluğun alanına girer. Çok yüksek sesin olduğu bir mekânda anlaşılmak isteyen kişinin bağırarak konuşması bir olumsallıktan (zorunluluğun olmayışı) çok zorunluluğa işaret eder. Zorunluluğun olduğu yerde seçimden söz edemeyeceğimize göre, onu ahlaki olarak iyi veya kötü olarak, erdemli veya erdemsiz olarak değerlendiremeyiz. Ancak sessiz bir mekânda derdini anlatmak isteyen kişinin bağırmak veya bağırmamak gibi bir seçeneği vardır ve ancak bu şekilde 'bağırmak' ahlakın konusu olabilir. Bir erdemsizlik olarak ikiyüzlülüğü, uyaranlara göre davranışlarını belirlemekten ayıran temel nokta işte bu ikiliktir. Tekrar başta verdiğimiz örneğe dönecek olursak 005, 012'ye 'kameralara oynama!' diyerek aslında 'sen zorunlu olmadığın halde izleyenlere kendini beğendirmek için olduğun gibi davranmıyorsun' demek istemektedir. Biz buna kısaca ikiyüzlülük diyelim. Artık bir adım öteye gidebiliriz 'kameralara oynamak' hangi durumlarda ikiyüzlülük olur? Öncelikle izleyenin bunun bir oyun olduğundan habersiz olması gerekir. Ancak bu tek başına yeterli değildir. Örneğin G. Orwell'in 1984 adlı romanında Winston Smith’te büyük birader tarafından izlendiğini düşündüğü sıralarda bir başkası gibi davranıyordu. Ve onu izleyenler onun oynadığının farkında değillerdi. Bu bağlamda Smith'i de kameralara oynamakla, ikiyüzlülükle suçlayabilir miyiz? Başka bir deyişle 012 ile Smith'i aynı kefeye koyabilir miyiz? Smith totaliter bir dünyada, o dünyayı daha az totaliter daha çok yaşanır kılmak için oynarken, 012 ve benzerleri hem bu gözetleme programlarına gönüllü girerek hem de oynama çalıştıkları oyunlarla totalitarizmi yeniden üretiyorlar. O halde insanları ister ikiyüzlülükle ister herhangi bir erdemsizlikle suçlamaya girişmeden önce dikkate almamız gereken önemli bir unsur da niyet olmalı hatta daha ileri giderek niyet-sonuç ikiliğini aşmayı denemeliyiz. İnsan davranışları daha çok düşünceden eyleme giden bir sonuç olarak kabul edilir ve bu niyet-sonuç ikiliğinde yatan temel önkabulü oluşturur. Biz bu önkabulün yani 'niyetin sonucu davranış' , 'düşüncenin sonucu eylem' yerine niyeti davranıştan, düşünceyi eylemden ayırmayan bir önkabul bulmalıyız. Ancak bu arayış ve bu arayış sırasında sorulacak sorular bize kimin kameralara oynayarak ikiyüzlü, kimin kameralara oynayarak kahramanca davrandığını söyleyebilir.
Bir Metafor Olarak Seçim Sandığı
26 Nisan 2009 Pazar 21:48

-Çeşitli devirlerde şu ya da bu şekilde söylenegelen
bilindik ve benzer şeylerden sıkıldım!-

Veba ile kolera arasında tercih yapmanın sendromları arasında, salt sandığa gidip oy vermenin saygı duymak gerekir retorikleriyle birlikte demokrasi aklı olarak kutsandığı bir seçimi daha geride bırakırken, o öyle kalsın daha fazla ileri gitmesin diyerek zihnimi açmak istiyorum. Politik çıkarımlar bir yana, oy kullanırken bir an da aklıma seçim sandıklarının biçimi geldi. Ne kadar da çok arı kovanına benziyor. Bilmem siz benzettiniz mi teorisyen kardeşlerim ama sanırım arıcılıktan gelen biri olarak zihnimde beliriverdi. Her ne kadar arı kovanını oval bir biçimde zihninizde canlandırdıysanız da, o kovanlar arı maya çizgi filminde kaldı. Bildiğin seçim sandığı işte. Gerçi seçim sandığı ile arı kovanı arasında benzeşim kurmamda seçim sath-ı mailini ilk kez 80’lerde yaşamış biri olarak dönemin hükümet partisinin arılı petekli ambleminin çocuk dimağımdaki etkisini de yok saymamak gerekir sanırım. Star1’de mütemadiyen gösterilen katil arılar filmiyle de bütünleşince tablo, o zamanlar zihnimde pekiyi bir yer edinmemişti arılar. Ayrıca, babamın ikide bir evde dinlettiği Ali Avaz’ın dönemin popüler albümü orta direk kurşunundaki “arılarrr, arılarrr”, “bir arı soktu beni, bin arı yedi beni”, “Türkiye oldu petek, bal dolacak bekliyek, bal yerine zam doldu, oy oy özalım” gibi sözlerden müteşekkil taşlamaları hala kulaklarımda çın çın etmektedir. Neydi efendim burada yaratılan mana dünyası, memleket sathında arı gibi çalışacağız, kovan olacak kovan mübarek, ohh yaaa das ayne zupper banana bal dök yalaaa gibi temennilerin, memleketi şantiyeye çevireceğiz söylemleri ile eş güdümlü bombardımanıdır. Yani, bugün dahi politik arenada işittiğimiz şantiye metaforu ile arı kovanı arasındaki benzeşimdir. Bizi destekleyin ki dört bir tarafınızı altlı üstlü geçitlerle, duble dragon yollarla fethehedelim. Haussmann’ın Paris’te, Speer’in Almanya’da yaptığıyla boy ölçüşemese de, kaldı ki mimari bir mantık da arz etmeden kentleri garip bir hale getirenler kendilerini arı gibi çalışıp duran kişiler (hizmet siyaseti kardeşim) olarak görmektedirler. Bu noktada, Juan Antonio Ramirez’in “La metáfora de la colmena de Gaudí a Le Corbusier, Gaudi’den Le Corbusier’ye Arı Kovanı Metaforu” adlı harika kitabına sanırım seçim sandıklarını da eklemek gerekecek. Aslında meselenin arka planını 18. yüzyılda gelişen toplum mühendisliğinin toplumu bir kovan, insanları da gece gündüz sorgusuz sualsiz çalışan insanlar olarak resmetmesine kadar götürebiliriz. Tüm bu çağrışımlara modernitenin büyük kentlerinin çılgın ve öfkeli koşuşturmasıyla karmaşa ve gürültüsü de eklendiğinde anlamlı durmaktadır. “Laissez-faire” doktrininin kurucularını etkileyen Mandeville’in “Söylentisel Petek Örgüsü ya da Çapkınların Özgürlüğü”nde yer alan “büyük bir petek örgüsü, arılarla tıka basa dolu, lüks ve rahatlık içinde yaşayan, bilimin ve endüstrinin büyük arpalığı…” şiirinde olduğu gibi ideal toplumun mükemmel bir tanımı olarak kullanılıyordu. Mandeville’in arı kovanı, anayasal bir monarşi türüdür ve 18. yüzyılın sonlarında ise cumhuriyetçi bir bağlama dönüşür. Bu yüzden arı kovanı Pritaneé Française kapısının yanında yer alır. Ayrıca Napolyon’un arıları amblem olarak seçmesi oldukça mantıklı görünmektedir. Öte yandan, François Mitterrand’ın metaforu, Marx’ın mimarların en kötüsüyle bir arı arasındaki farkı açıkladığı, “mimarlar arı kovanındaki hücreleri inşa etmeden önce onları kafalarında inşa ederler” sözüyle açıklaması oldukça ilginçtir. Arı kovanı toplumun bilinçsiz bir imgesidir, oysa mimar, bu kez bilinçli olarak, onu yöneten siyasetin bir imgesidir. Seçim sandıklarına uyarladığımızda ne kadar güzel uymaktadır. Evrensel tarih boyunca bu toplumsal böceklerin yarattığı imgeler âlemi dönemin ruhuna göre uyarlanmıştır hep. Ama biz bu modern dünyanın yarattığı naylon kepazelikleri bir kenara bırakalım. Arıcılıkla ilgilenmek birçokları için mutluluk düşüne dokunabilmenin en ulaşılabilir yoludur. Ayrıca mesela bugün arı domatesi denilen türü üretmede arıların döllenme konusundaki katkılarını seracılıkla uğraşanlar çok iyi bilir. Bu hayvanların organizasyonları, erdemleri ve ürettiklerinin nitelikleri kadar oluşturdukları mimari biçimler de insanlara çekici gelmiştir. Modern batı mimarisindeki katkıları yadsınamaz. O halde, kolektif düş gücünü böcekbilim bakış açısıyla yeniden hatırlayalım. Tıpkı, Aristaios’un keşfi gibi samimi. Dionysos’un eğlenceli bir düşü gibi. Seçim sandıklarına kustuğumuz gibi değil. Polisteki yaşam örgüsünde çok önemli olan o güzel ve akıcı konuşma özelliği gibi. Ya da Süleyman’ın “ye evladım balı, çok iyi bir şeydir, bal peteklerini dene, damaklarına çok tatlı gelecektir. Tıpkı bilgelik öğretisinin ruhuna iyi geleceği gibi…” (Vulgata, XXIV, 13-14) öğüdünü mırıldanarak, dans ederek… Bizim düşlerimizi istatistiğe dönüştürmeyin. Çekin ellerinizi arılarımızdan. Ben Büyük Türkiye falan istemiyorum. Seneye de giyersin travmasını zor atlatabiliyorum. Beni kendi kendine yeten küçük dünyamda arılarımla baş başa bırakın. Onları da rahat bırakın. Gidin kendinize başka metaforlar bulun. Misal çöp konteyneri. Sizce de münasip olmaz mı? Oldu oldu, pek şukela durdu. O kalsın öyle.


“-Böceklerin politikası yoktur, ama ilk böcek politikacısı olmak isterdim…”
David Cronenberg’in The Fly (1986) filminden bir replik
Kapıdan İçeri Girmek
26 Nisan 2009 Pazar 22:06
Algı kapısı açık değil. Yüzlerce yılın ağırlığı çökmüş üzerimize. Medeniyetler, kültürler, aile, eğitim ve geriye kalan her şeyin yoksunluğu. Sadece bir kapı açık. Ancak sonrakilerin müjdecisi olabilecek kadar aralık.
Oyun başlar…
Önceleri az kişi vardık. Kurallar sadece olduğu için gıcıklayıcıydı. Esmer tenli ya da sarışın hayaller fark etmezdi. Kaptırılan her an ancak bir yenisiyle doldurulabilirdi. Tek bir kural vardı. O da açık; sınırsız olmak için en karanlık olanı bil…
Sonraları çoğaldık. Öncesinden tek farkı duymadığımız seslerin, başka açık algı kapılarının varlığıydı. İçeri giremedik. Zaten çoğulluğumuz oradan geldi. Cendereye alınmışçasına çıldırmış, en tutkulu tufanların sonraki sessizliği gibi geldi. Daha ilk gördüğümüz eşikten atlayabilecek kadar yaşamamıştık. Anlamsızlık diz boyu olmuştu ki zaten aradığımız anlam kadar bilmediğimiz oluvermiştik. Çocukça ağlamalarımız çabalarımızı ödüllendirmiyordu. Sebepsiz mızıkçılık yapmak belki oynadığımız oyunu boşa çıkarabilirdi.
İnsanlar sözleştikleri kurallar uğruna eyleme geçiyorlardı. Fakat birbirleri üzerinde bıraktıkları tek intiba oyunun kurallarına uymadıklarıydı. Dışarıdan biri, belki galaksinin çok uzağından gelen biri, açtığı algı kapısından içeriye girdiği an elindeki anahtarın tek şifresini belki ‘oyun’ olarak ifade edecekti. Kuralları koyulan bir yaşamda, kuralsızlığın tek anlam olduğu bir oyun.
Üzerinde anlaştığımız, aynı algıların ve onların kapı arkalarındaki dil imgelerinin zarafetten yoksun fakat kibarca aşağılanışı sözde uygarlığımızın zenginliği olmuştu. Çoktuk ve çoğalıyorduk, gittikçe farkında olduğumuz şeyin hiçbir şeyin farkında olmadığımız olduğu karabasan gibi üzerimize çöküyordu. Belli ki rahatsızdık fakat gerçekte kaybedenin olmadığını bilir gibiydik. Tıpkı bir oyun gibi… Son ana kadar dilimizle kurduğumuz medeniyetin sonunu getirecek tek bir kuralın varlığından emin olamıyorduk. Araf imparatorluğu yurttaşı Andenken (anlamı:ozanca/şairce nereden geldiğimizi düşünmek) bunu şöyle açıklıyor: “ Dil, yolların bir labirentidir. Bir taraftan yaklaşır ve yolunu aşağı yukarı bilirsin; aynı yere bir başka taraftan yaklaşır ve artık yolunu takriben bilemezsin.” Ve ardından yurttaş Phronesis’in (anlamı: hakikati açık yaşama becerisi) sesi duyulurdu: “ Labirent… bir uçurumdur.” Kurduğumuz imparatorluk çökecek gibiydi. Üzerimizde hâkimiyet kuran tüm insan yapımı atalet özüne aykırı davranacaktı. Madde hareket sabitini insan ruhunda koruyamazdı. Sabit bir hareket enerjisi ancak sonraki için bir duraklama noktasıydı.
Değiştik ve değişiyoruz. Huizinga’nın dediği gibi: “ Hayat bir oyundur.” Mu? , kuralları belli, eyleyeni açık seçik, kaybedeni gerçekte olmayan. Gerçekle ilişiği ancak ruhlarımızın tahayyüllerinde mümkün bir görünümün sadece olduğu için gerçek olan ama oluşu her türlü fantazmı doğrulayan, gerçekten doğmuş gerçek üstü bir durum. Yoksa söz konusu oyunu çevreleyen tamamıyla gerçek bir oyun mu içinde bulunduğumuz? Evrende süper novaların, sahneledikleri ışık oyunundan daha fazlasını ifade ettiğini bildiğimiz kendiliğinden oluş ve yok oluş mu?
Şimdilik soruları bir yana bırakır ve başa dönersek. Algı kapılarımızın kapalı olduğu bu durumda, dilimizle kurduğumuz, algılarımızla can verdiğimiz, hem oyun hem de gerçek olan, dolayısıyla oyun olan, kurallarıyla var olan fakat bu kuralların olma vahametinden dolayı kuralsızlığı isyan belleyen, kategori dışı Araf imparatorluğumuz nasıl bir oyun oynar bize? ‘ Aisthesia’, güzelliğin ülkesi, oyunlar ülkesi, Araf imparatorluğunun başkentinden olup bitenler buna cevap teşkil eder…
AİSTHESİA

Kaldırımlar

Kaldırımlar her zaman çıkılacak bir yer, gidilecek bir yoldur ve yine her zaman duraksayan sakinleri vardır.
Aisthesia’da kaldırımlar boştur. Araf İmparatorluğu’nun en güzide oyun bahçesi, kaldırımlarını da diğer imparatorluklardan farklı olarak gerçek dışı yaratmıştır. Mühendisleri ve işçileri zamanın birinden kalmış, meçhul çocuk kahramanlarıdır. Hem çıkılacak bir yer hem de gidilecek bir yol yoktur. Duraksayan sakinlerse ancak bahçenin sonsuz alanlarında sonlu oyunlar için duraksarlar. Sıra beklerler ve bilindik tek gerçekleri kuralların olduğudur.
Kaldırım ütopyasının bittiği yer imparatorluğun bittiği yerdir. İmparatorluğun son kapısı işte orasıdır. Oradan bilinmedik, sanrılı diğer ülkelere geçilir. Kapıda ise kocaman yaldızlı yıldızlarla iki kelime yazar; “Algı Kapısı”…
Bir rivayete göre Prometheus Araf İmparatorluğu’nun bir yurttaşıdır. Burada yaşamıştır. Ateşi tanrılardan çalıp Araf’a getirmiştir. Gerçekle oyunun yer kaplamadığı evrene ve onun başkenti Aisthesia’ya. Şimdilerdeyse ateş harlı yanar, ne sönecek ne de alevlenecek sabrı vardır. Tıpkı imparatorluğun her yerinde olduğu gibi kuralları değiştirir durur. Ve burada herkes kendi aklının hesaplarıyla oyuna dahildir. Oyun Aisthesia’dır.

Mutlak Nesne

Bugün Prometheus’un ateşi sönmeye yüz tutmuştu. Başkentin ortasında imparatorluğun, diğer sarmal ve katmanlı evrenin en yüksek dağında oryantal ritimleri çağrıştırıyordu. İmparatorlukta, denizin en derin yerinde, dünyanın en yüksek dağında, ışık girmez kör karanlık mağarada varlığını hissettiren ‘mutlak nesne’ ise araftan gerçeğin zincirlendiği dünyaya doğru tek bağdı ve ateşle nesnenin oyunu başka hiçbir oyunun kurallarına dahil olamazdı. Tarihte dayanılmazlık ve esaretin müthiş uyumu ancak bu şekilde yaşandı.
Başkentin en eskilerinden, Araf’ın en eski yurttaşlarından, yanılgı ve hakikatin babası Alethia ‘ateş’ ile ‘mutlak nesne’nin oyunundan bahsederken hep şöyle başlardı:
-- Oyun, hoşa gitmeyen bir şeyi yapmaktan hiçbir kayıp ya da zahmet olmaksızın kaçınabileceğin halde yine de devam edip onu yapmandır…
Her seferinde, burada sözünü bitirir, buğulu gözlerle ‘ateş’e bakar ve sonra ‘mutlak nesne’ye dönerek:
-- Tıpkı karşımızda, içimizde, çevremizde duran yalın yaşamın tek kuralsızlığı sevgi gibi.
derdi. Ardından çekirgelerin tınmaz sefahati gibi yerinde debelenerek ve son nefesini tüketerek konuşmaya devam ederdi:
--Zamanın dilimlere bölünmediği, tarihin geçmiş zaman çöplüğüne dönüşmediği dönemlerde Prometheus ‘mutlak nesnenin’ kör mağarasını aydınlatan ‘ateş’i, sırf nesnenin insanoğlunun acılarını oldurduğu için ve görünmez kılınırsa acıların da sona ereceğini bildiği için çaldı. ‘Mutlak nesne’ hiç bu kadar görünmez ve karanlık olmamıştı. Prometheus ‘ateş’i imparatorluğumuzun en yüksek yerine koyduğundan beri artık evren ‘mutlak nesne’nin dünyasına ve ‘ateş’in araf imparatorluğuna bölündü…
Tam burada, gizemli ve karanlık bakışlarının altında sinsi gülümsemesini gizleyerek bağırdı:
--Ne de olsa oyun iki kişiliktir. Oyun…( biraz bekledikten sonra) ikilidir!!
Aletheia’yı dinleyenler birden irkilirdi tıpkı sürekli tekrarlanan ve her seferinde yabancı gözükenler gibi, oyunlar gibi. Hemen ardından uzağı görebilenin tanrıçası Theoria kalkar ve gayet rahat ve alımlı tavırlarıyla konuşmaya başlardı:
--Yanılgının ve hakikatin babası Aletheia, senin nazik beynin yüreğinden daha az iş yapıyor, birbirine oyun olmuş gergin yaşam tellerin artık eskisi gibi titremiyor herhalde. Baksanıza yurttaşlar, bu yaşlı adamda Aisthesia’nın ateşinde yanabilecek saflık var mı? Bense ne kadar saf bir ütopyayım.
Derdi. Alımlı ve alaycı tavırlarını çoğaltarak gözlerini yaşlı Aletheia’ya diker ve meydan okurdu:
-- Kuralları sen koy. Yanılgı ve hakikatin oyunu ne kadar uzaktan görünene dayanabilecek. Oyunumuz ne kadar çelişkilerine dayanabilecek, benim tutarlı, tertemiz ütopyalarım senin dengesizliğini bir çırpıda nasıl kör edecek gör!
Derdi. Neşeli bir kahkaha atarak:
--Sen de bilirsin, yurttaşlarımız acı çekmek yerine, cehaleti getirecek, yanılgı ve hakikati hapsedecek söylencelere inanmayı severler…
Tıpkı düellonun da sonu tek taraflı kazanca giden hayat rekabetine dair bir simülasyon, bir tür oyun olduğu gibi. Yanılgı-hakikat ve teori de diyaloglarında bu oyunu oynarlardı.

Çığlık

Ve Aisthesia’da son perde kapandı. Dikkat edilirse kaldırımlar, imparatorluğun ‘Algı Kapısı’na giden yoldur ama üzerinde yürünemeyen. Oyun ülkesinin ateşi, mutlak nesnenin yakıcılığına dayandıkça insan ırkının her bireyinden kopan çığlık, Theoria’nın kahkahalarından farksızdır.
Araf İmparatorluğu onulmaz bir oyundur. Ve birey aynı zamanda araf yurttaşıdır da. Arada gidip gelinen yürünemez kaldırımlar vardır ve algı kapılarından her yeni geçiş yeni bir oyundur.
Şeytan meleğe sorar:
-- Peki neyim var benim allahaşkına?
Melek bilindik bir rahatlık ve gülümsemeyle cevap verir:
-- Mantıksal bir yanılgıdan müzdaripsin.
Voltran
26 Nisan 2009 Pazar 22:14

1980’lerden 2000’lere Çizgi Filmler ve Voltran Örneği: Kolektivizmden Kahraman İdealine

“Kahramanı yaratan, koşullardır.”
Christopher Caudwell

1970’lerin sonu ve 1980’lerin başında doğanlar için çizgi filmlerin hayatlarındaki yeri ve bir toplumsal ajan olarak rolü çok büyüktür. Bu yıllar aynı zamanda çizgi roman kültüründen yavaş yavaş uzaklaşmayı ve çizgi film kuşaklarına doğru bir geçişi temsil eder.
Dönemle ilgili akla gelen ilk örnek hiç kuşkusuz, bir Japon çizgi filmi olan Voltran’dır. Voltran, çizgi film ve çocuk dünyasında oldukça önemli bir şöhrete sahiptir. Onu bu kadar önemli kılan nedir peki? Voltran her şeyden önce kolektivizmin önemli bir temsilidir. Hatırlayanlar olabilir ama yine de anlatmakta fayda var: Voltran tam olarak 5 kişiden oluşan ve bir araya gelmeden düşmana karşı her koşulda başarısız olan bir robotlar birliğidir. 5 aslan robot, kullanıcıları olan 5 genç (ki çocuk yaştadırlar daha) tarafından tehlike anlarında buluşmak suretiyle gizemli mekânlarında tutulurlar. Voltran’ı oluşturan şey bu aslanların bir araya gelmesi ve bu doğrultuda hepsinin Voltran’ın bir uzvunu yönetmesi şeklinde açıklanabilir (kollar, bacaklar ve kafa). İşte Voltran’ı ayrıcalıklı kılan nokta, bu bir arada olma halidir. Çünkü düşman robot istisnasız hiçbir bölümde, aslanlar birleşip Voltran’ı oluşturmadan yok edilemez. Bu yüzden Voltran kolektif bir bütündür. Ama asla “bir” değildir, her zaman “birlik”tir. Eğer illa bir kahraman aranıyorsa da o kahraman “1” kişi değil, kişilerin toplamıdır. Voltran bu ve bunun gibi nedenlerden dolayı o dönem çocukları için bir çeşit kırılma noktası olmuştur.
Voltran sonrası dönem olarak adlandırılabilecek süreç ise ortalama 90’lar başından bugüne kadar gelmektedir. Bu süreç (Voltran’ın aksine) çocuklara kahraman ideolojisinin en çok pompalandığı yılları işaret eder. Tabi esasen toplumsal arka planda var olan şey neo-liberalizm hegemonyası, onun yaşam pratiğine dönüşen bireycilik, pasifizm ve atomizasyondur. Superman, Supergirl, Spiderman, He-man, …man, …girl* gibi bütün bu kahraman adamlar ve kadınlar üstün güçlere sahiptir ve kahramanlıklarını esasen bu güçlerinden alırlar. Oysa Voltran’ı oluşturan unsur, özel, aşkın bir güçler birliği değil gayet basit biçimde insan emeğiyle üretilmiş makinelerdir. Biz Voltran’ı meydana getiren ortalama koşulları biliriz. Hatta iyi bir eğitimle Voltran’ı oluşturan aslanlardan birini kullanabileceğimize de inanabiliriz. Fakat bu süper kahraman denilen şahsiyetlerin güçleri nedense, bizim hiçbir zaman ulaşamayacağımız ya da kendimizi dönüştüremeyeceğimiz niteliktedir. Örneğin Kripton’da doğmuş olmak, tesadüfen gen yapımızın değişmesi veya gamma ışınlarına maruz kalmak gibi. Kahraman ideolojisi işte bu yolla bizi pasifize eder. Kahraman olamayacağımız için, her zaman bir kahramanı beklemeye mahkûm ediliriz. Tek başımıza da zaten elimizden bir şey gelmemektedir. Her durumda suçlanacak kişi de bellidir minnet dilenecek kişi de. Eğer suç unsuru olaylar çoğalıyorsa bu kahramanın yetersizliğindendir. Mesela yoksulluk asla bir etken değildir. Sistem sorunsuz işler.
Toparlarsak en başta da dediğim gibi illa ki bir kahraman aranacaksa o “ben” değilim. O, “biz”iz. Biz üretenleriz; Voltran’ı birleştirenler. Bizim aşkın güçlerimiz yok ama birlikteliğimiz var, onların ise kahramanları.

Kahramanlar burjuvaziye, VOLTRAN İSE PROLETERYAYA AİTTİR.

* Her ne kadar kahramanlar arasına birkaç kadın karakter ‘serpilmiş’ olsa da kahraman ideolojisi her zaman için cinsiyetçidir. Güç, cesaret, korkusuzluk gibi kahramanlık öğeleri hep erkeklere atfedilmiştir. Kadınlar çoğunlukla erkek kahramana âşık olan romantize bir tipoloji oluştururlar. (Meraklısına not: Voltran’da Mavi Aslan kadındır, prensestir ve çok etkindir.)
‘Ben’ Çağı
26 Nisan 2009 Pazar 22:18
Ben: çağın sloganı olmaya aday her cümlenin öznesi o. Artık her cümle ‘ben’i anlatıyor, ‘bana’ dair anlamlar taşıyor, ‘benim seçtiklerim’den bahsediyor. Her şey ‘benim sayemde’ ya da ‘benim yüzümden’ gerçekleşiyor. İnsanlar üzüldüklerinde “neden benim başıma geldi?” diye haykırıyor. Başardıklarında ise “ben yaptım” diye seviniyor. Birilerine öykünürken “keşke biz de…” yerine “keşke ben de…” diye başlayan cümleler kuruyorlar. Artık hiçbir konuda ortaklaşamıyoruz. Bir arada yaşayan tek kişilik ‘ben’ler kümelerinden mürekkep yaşamlarımızda yuvarlanıp gidiyoruz.

Peki, ne zaman unuttuk birlikte olmayı? Hangi ara sıkıştık ‘benimizin’ içine bu kadar? Ya da neden hiçbir konuda ortaklaşamıyor, bir arada bir şeyler inşa etmenin, üretmenin ya da paylaşmanın tadını alamıyoruz? Hayat, anlatıldığı gibi sadece ‘benim seçimlerim’den mi ibaret acaba? Ortaklaşabildiğimiz, ‘biz’ olduğumuzu hissettiğimiz şeyler, üzerine kutsal değerler yüklenmiş olanlardan mı oluşmak zorunda? Hayatın en basit ayrıntılarında bir arada hareket edemez miyiz? Üzüntülerimizi paylaşarak hafifletip, mutluluklarımızı yine paylaşarak çoğaltamaz mıyız?

Öylesine içselleştirildi ki ‘ben’cilik, bir tiryakiliğe dönüştü; artık çocuklar bile tek kişilik oyunların sahte kahramanları olmak için birbirlerini ‘yenmek’ten, tek başına kazanmaktan başka bir şey düşünmüyorlar. Eski takım oyunları yerini tek kişilik gösterilere bıraktı. Denemek isterseniz, çocuklara kim olduklarını sorun ve cevaplarına bakın. Hatta bunu biz duygusunu en yoğun yaşadıklarını düşündüğünüz yerlerde yapın. Cevaplarındaki açık ya da gizli öznelere odaklanın. Acaba kurdukları cümlelerin kaç tanesi ‘ben’, kaç tanesi ‘biz’ ile başlıyor? Sorun ve çekinmeyin; çocuklar toplumu okuyabilmeniz için size birçok kitaptan daha iyi kaynaklık edecektir. Olmadı, eskiden oynadığınız oyunları, izlediğiniz çizgi filmleri düşünün ve bugünkü çocuklardan onların oyunlarını öğrenin. Sadece kazanmaya odaklanan, beraberliğin bile tahammül sınırları içinde algılanamadığı bugünün çocuklarının oyunlarına bakın. Çağ onların çağıdır. Çağ tek başına kahraman olmaya çalışan ve bu yüzden yanındakileri görmezden gelen hatta elinden gelse onları yok etmeye çalışan çocukların çağı. Ama ne yazık ki, yalnızlar çağı. Kahramanlaştıkça yalnızlaşan çocukların dünyası bu. Öyle ki, zamanı geldiğinde yaşadığı kahramanlığı paylaşacak insan bile bulamayacak çocukların dünyası. Kendisine tapan yalnız insanların çağı…
Güneş "SABA" Çıkar "RAST" İner
26 Nisan 2009 Pazar 22:34

Sabah; gündoğumu, umut doğumu, yeşer hallerin ızdırabı...

Hilmi efendi gündoğumundan kinaye neyiyle saba makamından soluk üflüyor.

Sabah ezanıyla müderris efendi de aynı makamdan Hilmi efendiye eşlik buyuruyor...

"Dügâh kopup Segah ve Çargâh ve NimSabâ ve Hüseyni perdelerini gösterip ve Hüseynîden dönüp bî Neva, Sabâ Nimi ile Çargâh ve Segahtan sonra Dügâhda karar eder." dedi neyzen.

"İki tam sesle başlayıp üçlü dörtlü ve tam notalarla başlayıp devamıyla tam notadan dönüp eksik beşli, eksik dörtlü ve dörtlü ile üçlü notada dem vuran sonunda da ikili tam notada bitiş veren çıkış sesli, çıkışı bülbüle hezeyan bir makamdır." dedi müderris efendi.

Ama birinden "Allah" diğerinden "Huuu" sesi yükselerek geldi bu öbek öbek kelimeler...

Peyami amca dört duvar arasından "es" verdi... Zamanı kollayan udi ise perdesiz ar penceresinden şehvet dolu tizsiz tok bir la verdi.

Gün doğarken musikinin eşrefperverliği filhakika inancın biteviye yürek tellerine tın verdi...

Tıınlayan, annn ve an tok tellere müzdarippp huu allah seyrini eyledi....

İnsanın doğayla, doğanın bilinçle, bilincin sevgiyle, sevginin huzurla buluştuğu, hükmedip yürüdüğü bu hayat...

Takat, sadakat, ahlak, muallak...
İstidat
26 Nisan 2009 Pazar 22:55
Son zamanların insanı, bilhassa "ben" ile başlayan öznelerin dünyası yaptıkları veya oldukları şeyi kabiliyetle nitelendirebilmektedir... Bunun bir açısı bize yaptıklarımızı yapa-bilmemiz için kabiliyet sahibi olmak, kabil olmak, özü itibariyle bilgi seviyesinde dolaşan, yapılan her neyse onun hakkında doğal davranışlara sahip olmak veya bunu kolayca ve kısa zamanda gerçek kılmak olarak düşünebiliriz.

Kabil olmak etimolojik kökeni itibariyle farsça kökenli bir anlam olarak "mümkün" olmak anlamına gelir. Bu durumda kabiliyet mümkün kılmak anlamına gelebilir. Arapça kökeni ise "istidat"tır. İstidat ise Arap coğrafyasında önemli bir yer teşkil eder. İsti-ab su dolduran veya bulan anlamında, isti-bdat başıboş hoyrat davrana-bilen anlamında kullanılır. "İsti" ile "dat" arasında yer alan "b" kuranda yer alan anlamıyla "elif" öz ise "b(e)" özün bulunduğu yer sıfatını taşır. Bu anlamda istibdat zaman ve mekânda özgür irade sahibi, kadir varlığın bulunduğu durum olarak ifade edilebilir.

Gelelim meselenin özüne. "Ben" dünyası kabiliyetten gittikçe yoksunlaşmaktadır. Yukarıda da ifade ettiğim gibi bu, beceriden ziyade, zaman ve mekânda irade kullanamamak ve olamamak anlamını taşır. Varoluş niteliklerinden yoksunluk bir özne olamamayı da beraberinde getirir. Bu da özgün olamamayı ve giderek silikleşmeyi beraberinde getirir. Buradaki "öz" ün anlamı açık nüve, çekirdek, varoluşa içkin olan, anlamını taşır. "gün" ise orta Asya Orhun kitabelerinde anlamını bulur. Buna göre Türk kavmi ay ve yıl zamanından ziyade gün hesabıyla yaşamaktadır. Her geçen gün o coğrafyada bir başarı ve özgürlük için bir çentik daha demektir. Dolayısıyla öz-gün varlığını özünü bozmadan devam ettirebilmek sıfatına dönüşür. Bu kadar var olmak ve irade göstermek insan ırkı için önemliyken tersi bir hayat tasavvuru genlerimizi kemirmektedir. "Ben"i kemirmektedir.
Tartar Üzerine
26 Nisan 2009 Pazar 23:02

“Tartar Üzerine Etimolojik ve Antropolojik Tetkikler”

2. Dünya Savaşı üzerine bir kitabı araştırırken rastladığım “Firearms: A Global History to 1700” adlı kitapta yer alan bir dipnottaki bilgi, kelimelerin çağrışım dünyasındaki serüvenini harikulade bir biçimde gözümün önüne seriverdi. Mevzu şu; Call of Duty oyununu adlandırdığımız, -ne zaman kim tarafından adlandırıldığını hatırlamıyorum ama kolektif şuursuzlaşma akabinde hezeyan bir biçimde kullana geldiğimizi bildiğim- “Tartar” kelimesinin aslında etimolojik ve antropolojik bağlamda tarihsel bir gönderimi olduğunu öğrendim.

Tartarus, Tartar ve silah

Kitapta ateşli silahlar hakkında batı yazınında yapılan bir takım atıflardan bahsedilmektedir. “…Petrarca’ya göre ateşli silahlar cehennemden gelen bir araçtı. John Mirfield şeytanın ajanı, Francesco Guicciardini insandan daha şeytani, Erasmus cehennem makinası, İngiliz edebiyatının en büyük epik şairlerinden John Milton ise Paradise Lost adlı eserinde ateşli silahları şeytanın cehennem güçleri arasındaki sürpriz bir gücü olarak niteler. Orlando Furioso’nun kahramanı ise okyanustan gelen ilk silaha şöyle haykırıyordu: “lanet olası, şeytani makine, seni Beelzebub’un Tartarus’un derinliklerine attığı gibi derinlere atacağım.” Dipnottan giderek burada ifade edilen Tartarus ya da Tartaros’un, Yunan mitolojisinde, hem bir Tanrı hem de yeraltında bir yer adı olduğunu öğreniyoruz. Biraz daha ayrıntılı bilgi edindiğimizde ise, ünlü şair Hesiod’a göre ağır bir demirin cennetten dünyaya düşmesi dokuz gün almaktadır. Şaire göre, bir dokuz gün daha sonra Hades’in bile altında yer alan Tartarus'a ulaşır. İlyada'da Tartarus'la Hades'in arasındaki uzaklığın dünyayla cennet arasındaki uzaklıkla aynı olduğu söylenmiştir. Beelzebub ise burada şeytanın bir lakabı olarak kullanılır. Yukarıda ateşli silahlara ilişkin batı yazınında verilen şeytani atıfların yunan mitolojisine göndermeyle tamamlandığı görülmektedir. Bu nokta esas olarak bir başka atıf’a gidecektir. Avrupalılar, çoğu zaman Moğollar için kullandığı ama onlarla ilişkili olsa da farklı bir bozkır göçebesi olan Tatarlara, Latincedeki Tartarus’a benzerliğinden ötürü “Tartar” demiştir. Silahla Tartarus arasında kurulan bağ, Tartarus’la Tartara, oradan da tekrar silahla Tartara taşınmıştır. (eşine az rastlanabilecek etimolojik kaymaya hayranlığımı tekrardan belirteyim) Burada etimolojik bağlamın dışında tarihsel bir anlam söz konusudur. Çünkü Batılılar üzerinde silahların gelişimi hususunda Tatarların (batılı deyişle Tartar) rolü çok önemlidir. Gerçi Batılılar kimi zaman Türkler, Moğollar ve Tunguzlar içinde Tartar demişse de (şunu da belirtmek gerekir ki Tatar da zaten eski Türkî dillerinde diğer insanlar anlamına gelmektedir), burada esasen Doğu Avrupa’daki Tatarların rolü olduğuna dair tarihsel ipuçları bulunmaktadır. Örneğin Tatarlar tarafından Osmanlı ordusuna kazandırılan ama Avrupa’da yaygınlık kazanan Tatar yayı olarak bilinen yay, Ortaçağ Avrupa’sında şövalyelerin zırhını deldiği için favori silah olmuştur. Tatarlar hem geliştirdikleri silahlarla, hem de yaptıkları güçlü akınlar karşısında geliştirilen silahlarla, bu anlamda batıda silahın gelişimi konusunda önemli etkileri olmuştur. Osmanlı ordusu içinde rolleri çok önemlidir. Halk arasında cesur ve korkusuzca düşmanın üzerine atıldıkları için Deliler diye anılan askeri birliğin dağılmasından sonra ortaya çıkan boşluk Tatar savaşçılarca doldurulmuştur. Sonuç olarak, Tatarlar ateşli silahların gelişim gösterdiği 13. ve 14. yüzyıllardaki siyasi ve askeri alanlardaki etkileriyle bu anlamda batılılar nezdinde silahla Tartar arasında bir bağın oluşmasına vesile olmuştur. Başta alıntıladığım betimlemelerdeki şeytani imgeler ise ‘diğerleri’ne içkin olarak silah üzerinden ifade edilmiştir.

Çayır çimendeki ineklerin sırrı

Call of Duty 2 oyununda kimi haritalarda görülen ve üzerlerinde sineklerin vızıldadığı ölmüş inekler ile Tatarlar arasında da kuracağım bağ, ateşli silahların gelişimiyle Tatarlar arasındaki bağa denk düşecektir. Bilinen ilk biyolojik silahın Tatarlar tarafından 1346 yılında kimi kaynaklara göre Cenevizlilerin kuşatılmasında kimi kaynaklara göre ise şimdiki Ukrayna sınırları içinde kalan Kaffa’yı kuşatmaları sırasında kullanıldığı bilinmektedir. Vebadan ölmüş askerlerin cesetlerini ve fareleri mancınıkla şehrin surlarının içine atmışlar ve şehirde veba hızla yayılınca Tatarlar savaşı kazanmışlardır. Daha sonraları yaygın bir biçimde hem 1. hem de 2. dünya savaşlarında şarbonlu inekler Tatarlardan örnek alınarak kullanılmıştır. Özellikle alman casuslar düşman ülkelere ihraç edilecek hayvan yemlerine şarbon bulaştırarak sabotaj eylemlerine başvurmuşlardır. Oyundaki ineklerin silah kurşunuyla ölmedikleri dikkatli bakıldığında anlaşılabilir. Belirgin biçimde hastalık kaparak öldükleri görülmektedir. Ancak yemlerindeki şarbondan dolayımı orada öldüler yoksa şarbonlu inekler cephede bir biçimde kullanıldılar mı bunu kestirmek zordur. Çünkü Fransa haritalarındakiler birinci biçime yorulabilir ama farklı haritalarda da alakasız biçimlerde ölü inekler görülebilir.

Sonsöz

Hegel’in sözcüklerin tarih içindeki serüveni olarak adlandırdığı şeyin gelip de şuursuz benliklerimize çarpmış olmasını, bizim sıradan hayatımızın bir köşesinde dilimize vurmasını neye yormak gerekir acaba…

perspektif

perspektif

perspektifin prensipleri

perspektif

Veronese'nin , «Kana Şöleni» adlı tablosu Başlıca aykırılıklar:

1. Optik aykırılıklar: sütunların üst başlıkları;sağ ve sol merdiven korkuluklarındaki küreler;

2. Estetik aykırılıklar:ana noktalar: N, Nı, N2/ Ns, Nt, Ns Ns ve Nıo. Bu noktalar DD' ana düşeyinin dışında alınmıştır;

3. Tasvir aykırılıklar: ufuk çizgilerinin çokluğu

(on iki kadar); temel olanlar masanın sağ ve sol kısımlarına ve yerdeki karo döşemelere aittir (ana noktalar: Ne, NU ve Ns). [resimdeki «P» harfleri «N» noktalarını gösterir]

ANA UZAKLIĞIN KÜÇÜLTÜLMESİ VE YÜKSEKLİKLERİN PERSPEKTİF j

DİK İZDÜŞÜMLER

gidermek amacıyle, Eugene J. Benge'in geliştirdiği, etken karşılaştırma metodu uygulanır. Puan sisteminden farklı olaıak burada anahtar işleri seçilir ve puan birimi yerine para birimi kullanılır. Her iki metodu içine alan metot ise temel istidat metodudur; göz önüne alınan işi düzenli ve doğru yapmak için gerekli istidat, yetenek ve temel bilgilerin değerlendirilmesi esasına dayanır. İşletme böyle bir değerlendirmeden soma çalıştırdığı personele vereceği ücretleri tayin eder. Görevi yapabilecek yetenekteki adaylar mülakat ve test ertesi işe alınır. Rahat bir atmosfer içinde yapılan mülakat, adaya işi tanıtma ve işletmeye de adayı tanıma fırsatını verir. Test de, gerek psikolojik, gerek psikotek-nik usullerle yapılıi ve personel olarak istihdam edilecekleri tanımağa ve onun ö-ze İliklerini ortaya çıkarmağa yarar. Kişi işe alındıktan sonra da, onun işletme amaçlarına uygun olaıak çalışması, etkin ve verimli olması için gerekli tedbirlerin alınması yöneticiye düşer. (m)

Personel dairesi (başbakanlık devlet), devlet kurumlarının personel rejimlerini ülkenin malî, iktisadî ve sosyal gereklerine göre düzenlemek, bu düzeni hukukî esaslar içinde yürütmek üzere kurulmuş, Başbakanlığa bağlı devlet dairesi (kuruluşu 1960). Görevleri: genel personel kayıtlarını tutmak; personel rejimiyle ilgili kanun, tüzük, yönetmelik tasarılarını hazırlamak; memur ve hizmetlilerin yükümlülüklerini tespit etmek, bunları gruplandırmak suretiyle aynı mahiyetteki işler için ücret eşitliği sağlamak; kadro unvanlarını standart duruma getirmek, memur ve hizmetli kadrolarının hizmet gereklerine uygun seviyede olmasını sağlamak; kurumlara personel alınması, bu personelin terfii konularında ehliyet şartlarını tespit etmek; maaş ve ücretlerde iktisadî ve sosyal şartların gerektirdiği düzenlemeleri hazırlamak, dış seyahat ve görevlerde uygulanacak Ödemeleri tayin etmek; personelin yetiştirilmesi ve daha yüksek kadrolara hazırlanması için gerekli usul ve araçları

tespit etmek; inzibatî ceza sisteminin dengeli ve eşitlik prensibi içinde işlemesini ve uygulanmasını takip etmeE*. Teşkilâtın başkanı, Maliye, Millî Savunma, Millî Eğitim bakanlıklarıyle Yüksek , Denetleme kurulundan seçilmiş beş kişilik Devlet Personel heyeti'nih de başkanıdır. Esas birimler: teknik ve idarî kısımların âmiri o-lan genel sekreter; hizmetleri ve personel: sınıflandıran, personel ve kadro unvanlarını standartlaştırma işleriyle meşgul olan sınıflandırma şubesi; kadro isteklerini inceleyen, kadroların rasycnelleştirilmesini takip eden ve dairenin bütçe işlerine bakan Kadrolar ve Personel Sınıfları şubesi; personelin hizmet şartlaııyie ilgili kanun, tüzük, yönetmelik, kararname çalışmalarını yapan Hukukî Statüler şubesi; hizmet öncesi ve hizmet içi eğitim faaliyetini düzenleyen Eğitim şubesi; sosyal haklarla ilgili konuları inceleyen ve statüleri tespit eden Sosyal Haklar şubesi; çeşitli kurumlara a-lınacak personelin sınav şartlarını koyan ve dairece yapılması gerekli sınavları yapan Personel Tedariki İmtihanlar şubesi. Yardımcı birim İdarî şubedir. (m)

PERSOZ (Jean François), fransız eczacı ve kimyacısı (Gex 1805-Paris 1868). 1833'te St-rasbourg Bilimler fakültesi kimya profesörü, Strasbourg Eczacılık okulu müdürü ve 1835-1850 arasında Bas-Rhin vilâyeti eczaneler müfettişi oldu. 1850'de Sorbonne'da ders vermek için Alsace'tan ayrıldı. 1833'te Payen ile birlikte diyastazı buldu, bu enzimin nişastayı hidrolizleyici etkisini ortaya çıkardı; bu alandaki çalışmalarıyle ün kazandı. Ayrıca boya maddelerini inceledi; kumaşların boyanması ve basma yapma konusunda dersler verdi. Fosforla zehirlenme halini ilk defa açıklayan ve asetik asitten metan elde etme usulünü bulan da odur. (l)

PERSPEKTİF i. (fr. perspeetive'den). Eşyanın veya nesnelerin uzaktan görünüşü. — G. santl. Basamaklı perspektif, primitiflerin ve uzakdoğu ressamlarının kullandığı perspektif. (Derinlik yüksekliğe aktarılmıştır; dolayısıyle planlar basamaklar halinde yükselir.) |j Değişik açılı perspektif, nesneleri, bakan gözün değişik konumlarına göre gösteren perspektif. || Duygusal perspektif veya duygu perspektifi, düz veya belirli biçimde eğri çizgileri pek bu-

28 Nisan 2009 Salı

PELADAN

PELADAN (Joseph, Josephin — denr fransız yazarı (Lyon 1859 - Neuiil.. - i Seine 1918). Ailesinin, kendilerine «sa: vanını bağışlayan bir Babil kralına kas» uzandığını, hattâ kendinin de bir büyâa olduğunu ileri sürdü, önsözü Barbey c I revilly tarafından yazılan Le Vice Sut-- i (En Büyük Günah) adlı ilk kitabında rin maddeciliğe düşeceğini önceden habe verdi. Geniş bir ahlâk incelemesi ola dokuz ciltlik La Decadence Lat ine'û t tinlerin Gerilemesi) [1885-19071 bu tema? yeniden ele aldı ve geliştirdi; Curim (Meraklı Kadın) [1885] ve Utnitiaticn timentale (Sevgiyi Öğrenme) [1886] bu nuncu eserin en ünlü bölümleridir, öte ı dan Les Amants de Pise (Pisa Âşıkları [1912] ve Les Dâvots d'Avignon (Avigrxr Sofuları) [1922] adlı eserlerle ruhbilimdc: anlayan bir romancı olduğunu göstere: I tetik üstüne incelemeler (La Derniere L çon de Leonard de Vinci [Leonardo I Vinci'nin Son Dersi], 1904; De Parsiftâ Don Quichotte [Parsifal'den Don Kişot'a 1906) ve dramlar (La Prometheide ? metheus Efsanesi]; Semiramis [1897]; O* dipe et le Sphinx [Oidipus ile Sfer* 1898) yazdı. Aşk ve gizli bilimler kon sundaki bu eserleri XIX. yy. sonla: ~: natüralizmin coşkunluğuna karşı belir'. -tepkiyi ortaya çıkardı. (L)

PEKİN
Mançu imparatorlarının yazlık saray mi binalardan Şuan-Lun-Çang
Turizm-Tamtma (MEYDAN) ; Encyclopedia Bri

PELADA

PELADA i. Patol. özellikle saçlı de nü « yüzün sakal bölgesinde nebdesiz, kılsız varlak veya oval plaka veya leke e linde beliren hastalık.
— ANSİKL. Patol. Pelada plakası gen t:it le tek olur, ama bazen birkaç küçük plua birarada bulunabilir. Bazı vakalarda, can* likle çocuklarda hastalık saçlı der:
gibi çepeçevre sarar. Peladalı bölge c: « lar dumura uğrar, incelir; kıl uçlarında ti çük bir şişkinlik belirir (ünlem işare linde Saç). Ağır vakalarda pelada bâttı saçlı deriye yayılabilir; deri gevşer, öâen* leşir, kolaylıkla kıvrılır (dazlaklaştır \ lada). Hafif vakalar iki ile altı ay içra* iyileşir, ama sık sık nüksedebilir. Hııltt laştırıcı şekli inatçıdır ve birkaç rebilir. Pelada artık asalak mantarlarduc ileri gelen bulaşıcı bir hastalık sayıbsa-maktadır. Jacquet'nin diş nazariyesi büsâa peîadaları açıklamağa yetmez. Peladsjna içsalgı - sempatik sistemlerinin çalışmasındaki bir bozukluğa bağlı olduğu samlıya» Lokal tedavi olarak, çıplaklaşan alzrjcr alkollü veya eterli deri kızartıcı eriyikkd* fırçalanır veya ovulur. Karbon karı. lokM hidrokortizon şırıngaları, morötesi ışırjr aynı derecede etkilidir. Genel tedavide nir uyuşturucu ve saçların çıkmasın; dım edici ilâçlar kullanılır. (L)

PEKTİN

PEKTİN i. (yun. pektos, pelte gibi'den fr. pectine). Bitkiler âleminde, özellikle bazı meyvelerin özsuyunda çok rastlanan pel-temsi madde.
— ANSİKL. Pektin'leı molekül ağırlığı yüksek olan glüsitlerdir; hidroliz olunca pen-tozan, galaktan ve metil alkole ayrılır. Pektin en çok kuru elmadan elde edilir. Meyve suyu sanayiinde pektinin pelteleşme gücü azaltılmağa çalışılır; bunun için peklini kısmen olsun durultucu enzimlerle hid-rolizlemek gerekir; reçel yapımında ise tersine pektinin pelteleştirici niteliğinden yararlanılır. Yiyecek sanayii dışında pektin eczacılıkta (merhem ve macunları koyultmak için), hekimlikte (hemostatik olarak ve mide-bağırsak bozukluklarını düzeltmek için), kola yapımında ve çeliğe su vermekte kullanılır. (L)

PEKTİZASYON i. (yun. pektos, donmuş, katılaşmış'tan fr. pectisation). Kim. Bazı çözünür maddelerin, dış etkenler etkisiyle çözünmez maddeler haline dönüşmesi.
— ANSİKL. Bu terim daha çok, belli bir ortamda yalnız zamanın, ısının veya bazı kimyasal maddelerin etkisiyle tersinmez hale geçen koloidal maddeler için kullanılır. Meselâ, tersinir bir koloit olan albümin ısı etkisiyle, jelatin ise formaldehit katılınca pektizasyona uğrar. (L)

PEKTOGRAF1 i. (yun. pektos, donmuş, katılaşmış ve graphe, tasvir'den fr. pectog-raphie). Kim. Çözeltileri, özellikle koloidal çözeltileri inceleme metodu. |j Bu metodun uygulanmasıyle elde edilen şekil; bu şeklin incelenmesi de, deney konusu çözeltinin yapısı hakkında bilgi edinilmesini sağlar.
— ANSİKL. Pektografi, bileşimi incelenecek sıvının içine eğik olarak bir cam lamel batırmağa ve bu sıvının etüvde veya vakum altında yavaş yavaş buharlaştırılmasıyle lamel üzerinde birikecek tortuyu incelemeğe dayanır. İncelenen sıvının cinsine göre, tortu değişik şekillerde bulunur; gerçek çözeltilerin bıraktığı tortu billûrsu, koloidal bir çözeltinin kurumamasıyle meydana gelen tortu homogen, asıltı halindeki bir çözeltinin buharlaşmasıyle meydana gelen tortu ise pütürlü ve mattır. (L)

PEKTOLİT i. (fr. pectolite). Miner. Tabiî kalsiyum ve sodyum silikat. (L) PEKTORİLOKİ i. (lat. pectus, -oris, göğüs ve loki, konuşmak'tan fr. pectorilo-quie). Hastanın göğsü ve sırtı hekim tarafından dinlenirken ses ve öksürüğünün doğrudan doğruya göğüsten çıkıyormuş gibi duyulmasına denir. (Bu olay, akciğerlerde büyük çapta boşlukların [tüberküloz kavernleri, abseler, bronş genişlemeleri] varlığına işarettir.) || Sessiz pektoriloki, hasta alçak sesle fısıldarken, göğsü dinleyen hekime hasta yüksek sesle konuşuyormuş gibi gelir; bu olay, plevrada bol mik-
tarda su toplandığını gösterir. (L) Pektorios yazıtı, 1839'da Autun*de . nan, yunanca yazılmış bir hıristiy -tına verilen ad. (L)
PEKTOZ i. (yun. pektos, peltede: pectose). Biyokim. Bazı bitkilerde r*» nan glüsit kompleksi.
— ANStKL. Meyvelerin olgunlaşma? sında pektiğe dönüşen madde pektozûmL Dokumacılıkta veya kâğıtçılıkta kullar anı liflerin yumuşatılarak temizlenmesi sıranda da buna benzer bir dönüşme göriaHc (L)

PEKTİK

yazıyle sülüs celisi öğrendi. 1967'de talik ile sülüs celisi ve nesih yazılardan icazetname aldı. Başlıca eserleri, Beşiktaş'ta Barbaros Hayreddin Paşanın türbesindeki kuşak yazısı, Sultanahmet camii hünkâr mahfili kubbe yazısı ve Yeniköy camii kapıüstü yazılarıdır. (M)
PEKTİK sıf. (yun. pektikos, donabilir'den fr. pectigue). Biyokim. Galaktanlardan, molekül ağırlığı büyük glüsitlerin meydana getirdiği maddelere denir; etli meyvelerin kabuğu, etli kısımlardaki hücrelerin zarları, su ile temas edince pelte gibi donan bu maddelerden oluşur.
— ANSİKL. Biyokim. Pektik maddeler, kalsiyumla karşılaşınca etkin olan koagüiaz-lar grubu enzimlerinden pektazların etkisi altında pektik asitlere dönüşür ve donar. Bu enzim tepkimesi, kanın tromboz, sütün labferment etkisiyle pıhtılaşmasındaki tepkimelere benzer.
— Eczc. Pektik mayalanma, meyve sularını durultma ve berraklaştırmada işe yarar. Ayrıca, bu pıhtılaşma ile kanın pıhtılaşması arasındaki benzerlik yüzünden pektin, kanamayı kesici ilâç olarak kullanılır; zehirsiz olan, vücuttan çabuk atılan bu madde kanın pıhtılaşmasını hızlandırır; küçük kanamalarda, küçük ameliyat hazırlıklarında kullanılır; hastaya ağızdan veya cilt altından verilir. (L)

PEKSİMET

PEKSİMET i. (yun. paksimadi, galeta veya fars. beksimdd, katı ekmek'ten). Mutf. Dilimler halinde kesilen ekmeğin yeniden ısıtılarak kurutulmasıyle elde edilen ve uzun süre bozulmadan kalabilen bir çeşit galeta, gevrek: Babam bana bir kırmızı mendil içinde yiyecek getirdi; peksimet, kahve şekeri, zeytin... (R. N. Güntekin). Kahvaltı için peksimedi herşeye tercih ediyorum (ö-mer Seyfeddin).
— ANSİK. Mutf. Peksimet, mayalı ekmeğin bulunmasından önce roma ordusunun yiyecekleri arasındaydı. Uzun süre bozulmadan saklanabildiği için gemicilerin uzun yolculuklarda yiyeceği oldu. Peksimet yapmak için yüzde 14 glütenli (özlü) un kullanılır. Hamura yeterince su ve tuz konur yoğurul-duktan sonra maya katılmadan dinlendirilir. İstenilen büyüklükte parçalara ayrılarak bastırılır. İçindeki suyun kolayca uçması için çeşitli yerlerinden delinir ve çok kızgın olmayan fırında pişirilir. Sonra rutubet geçirmeyen kağıtlarla veya kutularda saklanır. İyi pişirilmiş peksimette rutubet yüzde 4'ten fazla değildir. (ML)
PEKSİMET adası, Anadolu'nun güneybatısında, Akdeniz'in Fethiye körfezinin, batı kenarındaki Kapıdağı açıklarında yer a-lan küçük ve boş ada. (M)
Sülüs, nesihPEKŞTAYN i. (alm. pech, zift ve stein, taş'tan). Miner. Eşanl. KATRANTAŞI.
PEKTAZ i. (yun. pektos, pelte gibi'den fr. pectase). Biyokim. Meyvelerde bulunan ve pektik maddeleri hidroliz eden enzim. (Pektaz, labfermente benzetilebilir; kalsiyumla etkin duruma geçer; meyve özsula-rında pıhtılaşmaya yol açar.) [L]
PEKTEN (Mustafa Bekir), türk hattatı (İstanbul 1913). İlköğrenimini İstanbul'da Büyükreşitpaşa ilkokulunda tamamladı. 1945-1947 Arasında Bahir Yesari adlı bir hattattan talik üslûbunu öğrendi., icaze, tevki, muhakkak, reyhanı üslûplarını çalıştı. Necmeddin Okyay'dan talik

Pekmez

PEKMEZ i. (esk. türk. bekmes'ten). özellikle üzüm, dut v.b. meyvelerin kaynatılarak koyulaştırılmış suyu: Şekerimiz de bitmiş ama pekmez vardı, iki kaşık pekmez onun tadını verir dedim (B. Felek). Pekmezin olsun, sineği Bağdat'tan gelir (Atasözü). [Bk. ANSIKL.] j| Argo. Kan.

— DEY. (Birinin) pekmezini akıtmak. Argo. Yaralayarak kan akmasına yol açmak.

— Jeol. Pekmez toprağı, üzüm şırasının tortularını çöktürme işinde kullanılan kil ile karışık kireçli toprak, marn.

Pekmez Ayrıca kış aylarında, Anadolu'da yağan «üçüncü karaların temiz kısımları toplanır; pekmezle karıştırılarak karsambaç adlı tatlı yapılır. Pekmez, çeşitli yollarla bazen içine yumurta akı karıştırıp çırpılarak katı-laştınlır; buna «bulamaç» denir. İçine ceviz, fındık, fıstık gibi yemişler konularak sucuk yapılır. Orta ve Doğu Anadolu bölgelerinde pekmezden pestil de yapılır. (M)
PEKMEZCİ sıf. ve i. (pekmez'den pek-mez-ci). Pekmez yapan veya satan (kimse). (M)
PEKMEZLİ sıf. (pekmez'den pekmez-li). Pekmezi olan veya içinde pekmez bulunan, jj Tadı fazla olan, çok tatlı: Pekmezli ü-ziim. (M)
Pekmezli höyüğü veya üçhöyük. Arkeol. Ceyhan'ın 10 km kuzeydoğusunda, Ceyhan-Kozan yolu üzerinde höyük. Üzerinde^ roma yerleşmesine ait, kireçtaşından yapılmış binaların kalıntıları görülür. Ele geçirilen malzeme Kalkolitik, Geç Hitit, Helenistik, Roma ve Bizans çağlarına aittir. (M)
PEKMEZLİK sıf. (pekmez'den pekmezlik). Pekmez yapılmak için ayrılmış (üzüm v.b. meyve). ]j Pekmez yapılmak için elverişli olan. (M)

12 Nisan 2009 Pazar

Sıradan martılardan farklı olan Jonathan

Kendimden Ricam; Bu Son Olsun!
09 Nisan 2009 Perşembe 20:11
Daha sonra yazmayı düşündüğüm bir o kadar komik ama kafa ütüleyici konferansın ardından okulun bahçesine çıkar çıkmaz havayı ciğerlerim patlayana kadar içime çektim. Hava ciğerlerime doldukça, ben de huzurla doldum! Sonra koşa koşa bilgisayar bölümüne ait blogun merdivenlerini çıktım. Amacım bir an önce okuldan çıkmaktı. Gerçekten sıkılmıştım çünkü...

Hemen beyaz öğretmen önlüğümün cebinden anahtarımı çıkardım ve Dune Çocuklarını dolap raflarının üstüne koydum. Çantama dolabımdaki eşyaları tıktım ve hızlıca arkadaşlarıma yetişmeye çalıştım.

O an olan olmuş ama ben bunu ertesi günün saat 7:10 civarı farkedeceğim...

Sohbet ede ede üç arkadaş Kadıköy'e indik. Otobüste de kitap okumak istemedim ve uyumayı tercih ettim. Güzelcene de evime gittim. Her gece kitap okumak için can atan ben aksilik bu ya.. kitap okumak istemedim. O gün sırt çantamı bir kez açmadım bile.

Sabah oldu... Zorla yataktan kalktım... Güzelim uykum bölünmüştü... Formamı giydim... Çantamı hazırlayacağım... Ana! O da ne?! Kitabım yok!

Zihnimi kurcaladım: En son nerede ne yaptım diye. Zihnimde beliren iki görüntüden ikincisinin kesin olduğu kararına vardım. Bu sefer erken çıktım... Hemen dolabın üstüne baktım ama yoktu... Yok...
Öğretmenlere sordum ancak böyle bir kitabın onlara iletilmediğini söylediler... Anlaşılan sarılarak uyuduğum kitabım başka ellerin olmuştu... Çok üzgünüm, hala üzgünüm... Umarım ki denk gelirim kitabıma.
Bu kaybettiğim -kayıp değil unutkanlık aslında- ilk şey değil. Daha önce de derste giydiğim beyaz önlüğümü kaybetmiştim... Hatta bir seferinde flaş belleğimi bile unutacak kadar unutkan olmuştum. Neyse ki şimdi daha dikkatliyim(?).

Konferansı da anlatıp ben de kafa ütülemek istiyorum ancak uykum var... Uyumak istiyorum...
Hoşça kalın!
Sakın unutkanlık etmeyin. Hoş olmuyor...

*DipNot geçmeden olmaz: Özel günleri; doğum günleri, bir insanla karşılaştığım ilk günü, o günkü kıyafetlerini.. vb. unutmam kolay kolay. Her nedense ilgimi çeker...
Bu Nasıl Anneliktir!
04 Nisan 2009 Cumartesi 00:35
Balkonumuza daima gelir kuşlar ve yuva yaparlar... Bu da onlardan yalnızca biri.

Mart ayında bir kumru yumurtlamış bizim balkona. Bakıyordum hep orada yumurtalarının - yavrularının- yanındaydı. Ben de bir seferinde o anneleri yokken fotoğrafını çekmiştim. Neyse.. Sonra bir anda bir daha gelmez oldu anneleri... Hala bekliyoruz ama yoklar... Yumurtalarına da hiç dokunmadık öyle duruyorlar... Artık çürümüştür yavrucaklar,yazık. Bu ne biçim annelik içgüdüsüdür!

Neredesin ey anne kumru! Duy yavrularını!

Bak eğer yavrularının yanında olsaydın onlar da şu an resimdeki kadar güzel olacaklardı... Vicdansız kuş seni


Tuhaf Saatim!
03 Nisan 2009 Cuma 21:35

Bugün bu saati yaptım. Çöpe atacaktı annem bozuk diye. Ben de çöpe atılmasına izin vermedim ve efsanem'in resmini kullanarak saat yaptım. Saat mekanizma hazır tabii ki.

Malzemeler:
1 adet fotoğraf (hoş görünmesi için)
3 adet çubuk (akrep,yelkovan,saniye için)
1 adet duvar (asmak için)
1 adet saat mekanizması (saatin saat olabilmesi için)
Biraz boya (ben siyah ojemi feda ettim.Çubukları boyamak için)
Not: Saatinizi tuhaf* yapmayın.

*Tuhaf: Efendim ben dünyaya tersten bakayım dedim. Değişiklik olur diye. Bu saatte zaman geriye akıyor. Nasıl mı? Şöyle ki; saniyenin sağa doğru yol alması gerekirken benim saatim sola doğru yol alıyor. Ve saat komple ters(bkz. resim2)


Benim dünyam hep ters, ama bir numara!
Martı Jonathan Livington - Richard Bach
02 Nisan 2009 Perşembe 08:53


Sıradan martılardan farklı olan Jonathan'ın hikayesini anlatıyor. Jonathan hızlı uçmak istiyor. Hızlı uçabilmek için kanatlarının kısa olması gerektiğini öğreniyor ama yine de yılmıyor. Yemek yemekten bile öte uçmak onun için. Yeni şeyler öğrenmek istiyor. Kitapta yer yer siyah beyaz etkileyici martı resimlerini görüyorsunuz,sürüyle ya da yalnız. Son olarak da Jonathan sıradan martılardan hızlı uçmayı başarabiliyor. Çünkü çok çalıştı ve sık sık uçma denemeleri yaptı. Kesinlikle tavsiye edeceğim bir kitaptır. Oldukça kısa bir öykü ama derinden etkileyici.

Konuya resim ararken ben de Yaşar Kurt'un bu kitabı okuduktan sonra bir şarkı yazdığını öğrendim. İşte sözleri:

Buluta benzet kendini git
Şehire benzet kendini seyret
Ağaca benzet kendini kal
Ama sakın martıya benzetme...

Geceye benzet kendini ağla
Yağmura benzet kendini sus
Gölgeye benzet kendini dans et
Ama sakın martıya benzetme...

Martıya benzetme kendini sakın
Kendini sakın...
Yeniden Adres Değişikliği
30 Mart 2009 Pazartesi 12:26
Bu çok çok daha hoş oldu bence :D

Muazzam Siyah!

Vavv,beğendim. İngilizcesinden daha etkileyici.
Tesadüfün Böylesi
30 Mart 2009 Pazartesi 12:27

Bir ay kadar olmuş ve o günden sonra ilk kez dün yeniden aynı otobüse denk geldim. Otobüsteki tutacaklardaki reklamları hala kaldırmamışlar. Konser oldu bitti. Hatta konser için bile yazı yayınladım burada. Tutacaklardaki reklamı görünce aynı heyecanı yeniden yaşadım. Hoş oldu. Paylaşmak istedim... Tutacakların birinden almak istedim o reklamı ama cesaret edemedim,nedense. Tekrar denk gelirsem mutlaka alacağım.
Şizofren Aşka Mektup - Cezmi Ersöz
28 Mart 2009 Cumartesi 18:14

Arkadaşlarımdan biri önermişti. Çok beğendiğini belirtmişti. Ben de gerilim romanı okurum ama değişiklik olur diye düşündüm,okumaya karar verdim. Benim tatmin etmedi kitap. Çok fazla sıkıldım.

Bir paragrafa başlamış yazar,güzelce. Uzun bir cümle kurmuş mesela. Cümlenin başında erkek olan birey cümlenin sonunda kadın oluyor. Böyle anlaması güç bir kitaptı. Okumanızı tavsiye etmişyorum, tabii benim hoşlandığım tarza yakın olanlara sözüm. Aşkı hissetmedim hiçbir cümlesinde.
Uçurum İnsanları - Jack London
28 Mart 2009 Cumartesi 19:30
1902 yılında Jack London bir karar alır ve Londra'nın Doğu Yakası'na gitmek ister. Bilindiği gibi İngiltere o zamanlar Güneş'in Batmadığı Ülke olarak anılır. Batı Yakası'nın maddi durumu çok iyiysen Doğu Yakası'da bunun tam zıttı olarak sefalet hakimdir. Jack London'a arkadaşları öncelikle gidemezsin oraya gibilerinden karşı çıkmış ama yine de London Doğu Yakası'na gitmiştir.

Doğu Yakasın'daki insanlar gibi o da sefil kıyafetler giyip onlar gibi sefil yaşar. Aç kalır. "Çivi"ye gider. "Çivi"de insanlar ağır işlerde çalıştırılıp hiç haketmedikleri kadar az yiyecekle ödüllendirilirler. Evet,oradaki sefil insanlar için o yedikleri şey bir ödül gibidir.

Jack London doğu yakasındaki insanları "Uçurum İnsanları" olarak niteler. Çünkü o dönemde İngiltere'nin en iyi dönemleri yaşanmaktayken doğu yakasında bu iyilik yerini karanlığa bırakır.

Açıkçası klasik kitapları okumayı sevmiyorum. Bunu da sevmedim zaten. Ama en azından bir şeyler kazandım. İnsanların 1902'li yıllarda neler çektiklerini öğrendim. Tabii daha bir çok şey. Ama benim bir kitapta aradığım şeyler düz bir yazı değil. Okuduğum kitabı kendi hayatımla özdeşleştiririm. Karakterden karaktere bürünürüm. Etkilenirim,kitabın sonunda göz yaşı dökerim. Bir kitapta aşkı,gerilimi ararım en çok. Anlaşılan klasik kitaplar bana göre değil. Şu güne kadar iki tane okumaya çalıştım ama zorla bitti. Şu anda bilim kurgu romanı okuyorum. Aşık olduğum Dune serisinin üçüncü kitabı.

Ek olarak; Şu linki de seveceğinizi düşünüyorum. Bölümler İngilizce de olsa o döneme ait resimler yer almakta. İncelemenizi isterim.
Bekle Beni Sana Geliyorum Şebnem'im!
24 Mart 2009 Salı 23:44

Konser olacağı haberini aldım. Çok sevindim... Uçuyorum... Mutluyum...

Konser; albümün çok daha sonra çıkacağı anlamına geliyor. Ama ne yapayım.. Şebnem'i öyle özledim ki.. yeni albüm gelmiş ya da gelmemiş önemli değil. Onu görsem yeter! :)

Yarına sınavım var. Hem de çok önemli: Programlama. Umrumda değil. Aklımı başımdan aldı bu haber.

Nisan ayına girebilsem de görememe sorunu ile karşılaşabilirim. Ama hissediyorum, gerçekten gideceğim.

Google Takvim'imi incelerken dikkatimi çekti. İlk Şebnem'in konserine gideceğim zaman neler yazmışım oraya... Şu anda da aynı heyecan sardı beni.

Bekle bu deli kızı Şebnem. Geleceğim.
Kâbil'in Kitapçısı - Asne Seierstad
22 Mart 2009 Pazar 09:24

Uçurtma Avcısı adlı filmi izlemiştim. Kâbil'i anlatıyordu... Filmi izlediğim günün ertesi akşamı dershane çıkışında Alkım'a gitmiştim -sık sık kafa dinlemeye giderim-. Kampanyalı ürünler arasında bu kitap da vardı. Hem de 2 Tl idi. Bende Kâbil hakkında biraz daha düzgün bilgiler elde edebilmek ve biraz daha merakımı giderebilmek için bu kitabı okumak istedim ve satın aldım.

Kadına düşmanlar... Kitaplara karşılar... Kur'an dışında tüm kitaplar yakılıyor. Eşitlik denen kavram nedir bilmiyorlardır,eminim.

Tabii kadınların da söz hakkına sahip olduğu zamanlar oluyor. Mesela; Bir kadın dokuz- on adet çocuk doğurup onları büyüttükten sonra bir nevi emekliliğe ayrılıyor ve evde kendisinin de söz hakkı oluyor.

Yazar Kâbil'in tipik ailelerinin özelliklerinden biraz daha uzak, en azından cahil sayılmayan-okuyan, kitapçıyı ve onun ailesini anlatıyor. Kitapçının adı Sultan. Sultan okumayı seven biri. İngilizcesi de ana dili kadar iyiymiş. Çocuklarına da İngilizce öğretmiş. Zaten yazarla bu sayede düzgün iletişim kurabiliyorlar.

Yazar kitabını yazabilmek için Afgan kadınları gibi giyinmiş. Bunu da kendisi şöyle açıklıyor: "Burkayı aynı zamanda Afganlı bir kadının kendini nasıl hissettiğini anlamak amacıyla kullandım. Otobüsün yarı yarıya boş olduğu zamanlarda bile, aracın kadınlara ayrılan tepeleme dolu son üç sırasında itişerek girmenin, ya da bir taksinin bagajında iki büklüm seyahat etmenin nasıl bir şey olduğunu öğrendim."

Kitabın hemen her sayfasında burkanın ne kadar rahatsız edici bir şey olduğunu anlatmış.
Bir kadın burkanın içinde her an bastığı yeri kontrol etmek zorunda, çünkü görmek öyle zor ki! Ayrıca burka naylondan yapıldığı için içeriye az hava sızdırıp, bir o kadar da az hava dışarıya veriyor. İnsan o naylonun içinde çabucacık terliyor. Burka uzun olduğundan yerlerdeki tozları da süpürüyor. Biraz temiz kalması dahi mümkün değil. Yazar burkayı icat edenin yaptığı oyunlardan biri olarak da şunu göstermiş: Bir kadın bir yere bakacak olsa kafasını tamamıyle o yöne doğru çevirmek zorunda. Yani göz ucu ile bakmak burkanın içinde imkansız. Kadının kocası da bu sayede karısının ne yöne veya kime baktığını kolaylıkla farkedebiliyor. Ne kadar da zekice öyle değil mi?


Burkanın eteğinin altından bazen ojeli ayak tırnakları göze çarpabiliyormuş. "Bir başka özgürlük simgesi daha". Taliban ojeyi yasaklamış ve ithal yasağı koymuştu. Bu sebeple birçok kadın el ya da ayak parmaklarının ucunu kaybetmiş...

Sultan her ne kadar okumuş da sayılsa o bir Afgan erkeği. Ve kendi kızı yaşındaki Sonya'yı -yaşı henüz 16- ikinci eşi olarak alıyor kendine. İlk eşi Şakile ise bir şey diyemiyor bile. Çevresindekilere de doktorların ilişkiye girmesine izin vermediğini, çünkü rahminde hastalık olduğunu ve bu nedenle de Sonya'yı Sultan'a kendisi eş olarak seçtiğini anlatıyor.
Oysa Sonya'yı hiç sevmiyor.

Kadın cinselliği de büyük bir baskı altında. Kadınlar yine de aşk ve cinsellik içerikli şiirler yazıyorlar. Bu şiirler bir adam tarafından kitapta toplanıyor fakat adam öldürülüp kitaplar da yakılıyor.

Eğitimde de Mücahitlerin ve Taliban hükümetinin bastırdığı kitaplar kullanılıyor ve böylece küçücük çocuklara savaşı aşılıyorlar. Alfabeyi bile şu şekilde öğreniyorlar:
"Cihad'ın C'si - dünyadaki amacımız- , İsrail'in İ'si -düşmanımız- , kalaşnikof'un K'si -yeneceğiz- , Mücahitler'in M'si -kahramanlarımız-...."

Hatta bir matematik kitaplarında bile savaş ögeleri dikkat çekiyor:
"Küçük Ömer'in bir Kalaşnikof'u ve üç tane şarjörü vardır. Her şarjörde yirmi mermi bulunmaktadır. Mermilerinin 2/3'ini kullanarak 60 tane kafir öldürürse her mermiyle kaç kafir öldürmüştür?" ...

Ülkeye Taliban ile ilginç yasaklar gelmeye başladı. Bunlardan en acayipleri;
. Kadınların açık giyinmelerine karşı yasak,
.Müzik yasağı,
.Traş yasağı,
.Namaz zorunluluğu,
.Uçurtma yasağı,
.Resim çekme yasağı,
.İngiliz ve Amerikan tipi saç kesme yasağı,
.Nehir kıyısı boyunca çamaşır yıkama yasağı,
.Düğünlerde müzik ve dans yasağı, davul yasağı,
.Terziler için kıyafet dikme ve ölçü alma yasağı...

Düğünlerde kadın ve erkekler beraber değiller. İki taraf da ayrı yerlerde eğleniyorlar. Hoş hala Türkiye'nin bazı kesimlerinde var bu görüş. Belki de böyle olması daha iyi. En azından kadınlar diledikleri gibi göbek atarak streslerini savuruyorlar, doya sıya eğleniyorlar. Yalnız; gelinin yüzü ifadesiz olmalı ve dans etmemeliymiş. Sebebi ise şu; mutlu olduğunu belli ederse annesini üzecek, üzgün görünürse de müstakbel kaynanasını...

Kitapta "burka"nın arkasına saklanan gericiliği gördüm. Kadınların istekleri hep bastırılıyor. Kadınların sadece çocuklara bakmakla ve erkeklerin isteklerine zorunlu olarak gerçekleştirmekle görevli yaratıklar olarak görüyorlar. Yaratık dedim çünkü yapılanlar bir insana yapılabilecek şeyler değil.

Kadınlar daima kirli,cahil,günahkar. Bence, aksine bu sıfatların hepsi erkeklerin egosunu bastırabilmek için kadınlara verilmiş.

- Migozarad -
[ Bunlar Geçecek ]
Kâbil'de bir çayevinin duvarındaki duvar yazısı
Can Kırıkları - Şebnem Ferah - 2005
19 Mart 2009 Perşembe 00:45

Can Kırıkları - 2005

Okyanus
Konser başlangıcında insana mükemmel enerji katıyor bu şarkı.
"Sonunda boğulmak olsa da benim o sularda yüzmem gerek!"

Can Kırıkları
Albüme çekilen iki klipten biri bu şarkı içindi. Klibi ilk gördüğümde bu Şebnem olamaz, çok korkunç! dedim. Ancak ardından düşüncelerim şak diye değişti. Ne mükemmel bir şarkı dedim. Bu şarkıya çekilebilecek en farklı klip budur herhalde. Şarkıyı otobüste dinlemek muhteşem etkili oluyor.. Ya da sınıfta.. Ya da değişiklik olarak hiçkimsenin olmadığı bir ortamda...

Bir Kalp Kırıldığında
Her kalp büyüktür aslında. İçinde barındırdığı duygular. Her an değişen duygusal ritim. Bir de gelir en olmadık zamanda üzerler ya... İşte gerçekten dünyanıx durur sanki... O anlarda dinlenilesi şarkı.

Delgeç
İçimde kopan fırtına ile beraber dinlemekten büyük haz aldığım şarkı.

Geçmişe Yolculuk
Dinlerken içimde yok olduğum şiir tadında bir güzellik...

Ben Bir Mülteciyim
Benim şarkım. Benim "Güç"üm. Şarkıyı dinleyince "Güç"leniyorum resmen. Bu kadar etkili olabilir mi? Oluyor işte. :)
Şebnem'imin sesi sonuçta.

Sana Bilmediğin Bir Şey Söyleyemem
Of... Bu nasıl şarkı, nasıl sözlerdir. Bir alıntı:
"Çamur mu sürmek istiyorsun başkasının duygularına..
Önce senin ellerin kirlenecek!"
Şarkıyı birçok açıdan ele alabilecek kadar şey hissettiriyor bana. Seviyorum...

Çakıl Taşları
Bu şarkıya çekilen klibinde Şebnem'imin gözleri görülemeyecek kadar minikleştirilmiş. Çok farklı,çok hoş ve çok güzel olmuş. Çok çok sevdim. Hele de "Sen hiç hiç oldun mu?" diyor ya...
Sahil kıyısındayken aklıma gelen ilk şey bu şarkı... :)

Zaman Geçip Gidiyor
Bunun bir hikayesi var bende. Anlatacağım çatlamamak için... :)

Hoşça Kal
İnsanın kendine ettiği bir veda. Bu kadar yorulabiliyor demek ki insan kendinden de.
Dinledikçe dinlenilmesi gereken şarkı.



"Zaman Geçip Gidiyor" şarkısı ile alakalı minikçe(!) bi anımı paylaşayım...

Lise 1'deyim henüz. Tüm sınıf Şebnem'e olan tiryakiliğimi biliyor, diğer tüm insanlar gibi. Öğle arasındayız. Kulağımda henüz bozmamış olduğum ilk mp3 cihazı var. Bir an Şebnem'in bir şarkısının çaldığını duydum. Şarkı da sayılmaz aslında şarkının girişindeki uzun çığlık. Hemen kulaklıkları çıkardım sesin geldiği yeri anlamaya çalışıyorum.

-Bu arama eylemi bende bir refleks oldu. Her Şebnem şarkısı duyduğumda kaynağın yerini bulmaya çalışırım. Delirdim sanki....-

Nerede kalmıştık.. Hah! Ben buldum sesin kaynağını. Bizim bilgisayar öğretmeni Şebnem Ferah dinliyor. "Yok canım mümkünatı yok" dedim ama sonuna kadar çaldı şarkı. Şaşkınlığımı üzerimden atamadım tabii. Bir de arkadaşlarımın benimle geçtikleri dalga var: "Hehe baksana bu hoca bile Şebnem dinliyor! Yazık sana... Hahahah"

Derse girdik... Slaytlarımızı sunacağız öğretmene. Hoca önce örnek slaytları gösterdi. Aralarından Şebnem'i tanıtan harika bir slayt çıktı. Meğer hoca slaytları test ediyormuş. Böylece neden dinlediği de ortaya çıktı. Slayt çıkar çıkmaz yanımdaki arkadaşım beni dirseği ile dürterek "Bak, seninki çıktı" dedi

Şebnem'i anlatan slayt projeksiyon aleti sayesinde dev gibi ekran halini almış... İzliyoruz hepimiz. Hepimiz mi? Yalan. Ben izliyorum kızarmış, domates şeklinde. Diğerleri de beni izliyor Neden utandığımı hatırlamıyorum. Üç sebebi olabilir:
Bir; Arkadaşlarımın beni seyretmesi.
İki; Şebnem'le alakalı slaytı görmem ve duyduğum o yüksek dozdaki heyecan.
Üç; Yukarıdaki iki sebebin bir anda olması durumu

Neyseki slayt sona erdi. Diğer slaytlara geçti ve bendeki kırmızılık yavaş yavaş yerini gerçek ten rengime bıraktı.


"Can Kırıkları" Şebnem'in senfoni orkestrası ile gerçekleştirdiği muhteşem projeden önceki son albümüydü. Diğerlerinden ayırt edemeyeceğim kadar güzel albüm.

Artık özledik seni Şebnem!

Yeni şarkılar, yeni duygular istiyorum!
Kelimeler Yetse - Şebnem Ferah - 2003
19 Mart 2009 Perşembe 17:33
Kelimeler Yetse - 2003

Iyi Kötü / Dans Pisti
Bu şarkıyı dinlemeyi hiç istemiyorum. İstememek mi? Şaka... Dinler dinlemez içimden yaşlar süzülüyor. Şarkının girişindeki "of " kısmı öyle etkileyici ki...

Babam Oğlum
"Seni son kez özledim ve bu şarkıyı yazdım... "
Bu şarkıyı dinlerken içmek istiyorum. Ayrılmış olduğum bir sevgilim yok ama şarkı benim öyle içime giriyor ki.. Şebnem'in sözlerinin büyüsüne kapılıp gidiyorum.
Bu şarkı bir hikaye yazar gibi yazılmış o nedenle diğerlerinden çok çok daha farklı ve en ses getiren şarkı bence.

Ben Şarkımı Söylerken
Ne cesaret! İşte Şebnem! Şarkı müziği ve Şebnem'in sesi ile kulakları büyülüyor. Kendine hapsediyor. Dünyayı unutuyorsunuz.
Bu albüme ilk klibin çekildiği şarkıdır.

Senin Adın Ne?
Bir tartışma anını anlatıyor şarkı. Müzik güzel. İnsanın kendi
ile yüzleşmesi gerektiğini anlatıyor.

Gözlerimin Etrafındaki Çizgiler
Albümün ikinci klibi bu şarkıya çekildi.
Ah o aşk..
"Ben Leyla olmuşum kimin umrunda.. Mecnun çoktan gitmişken.."
Şebnem'im en az senin kadar karışığım... Seninle çözüyorum o ruhumun bozulmuş parçalarını...
Bu kadar mı içten yazılır bir şarkı? Bu yüzden seviyorum seni..

Çocukken Sahip Olduğum Kırmızı Rugan Ayakkabılar
Albümün en uzun isme sahip şarkısı. Söylerken kendinizi de tuhaf hissediyorsunuz. O nedenle şarkıyı bilenler Ç.S.O.K.R.A diye kısaltır. Hoş da olur...
En sevdiğim şarkılardan...
"Rüzgar olmak isterdim ki eseyim etrafında..."

Mayın Tarlası
Albümün toplumca en sevilen parçası. Aşkı savaş alanına benzetmiş. Ve keyfine doyulamaz bir klibi var. Dinlenilesi ve aşık olunası.

Gözyaşlarımızın Tadı Aynı
Hepimiz aynı hikayedeyiz. "Ya bugün o günse..." Son günse...

Daha Iyi Olmaz Mıydı?
Yenilenmiş Şebnem'im benim.
"Sahibin değildim, sadece sevgilindim."

Her Şey Insanlar Için
Depresyona girince dinler ve pozitifleşirim. Gayet hoş bir şarkı...
"Umut doğurmak için hayatla seviştim."

Genel değerlendirecek olursam kısaca aşık olduğum bir albüm. Bu dönemdeki Şebnem henüz otuzlarında genç bir kadındı. Çok alımlı -ki hala öyle- , bebeğimsi bir teni vardı. Çok severdim.
Albümü akşam saat 9 sularında almıştım. Bundan tam 6 yıl önce. Çok iyi hatırlıyorum anneme nasıl aldırdığımı. O cd'ler arasından nasıl Şebnem'imi görüp hemen heyecanla doluşumu.

Albümü Vcd player'a takar ve kendimce klipler çeker ve o sırada da apartmanı gürültüden geçilemez bir şekle sokardım. Seviyordum ve kimse de kızmıyordu. Annem her seferinde apartman sakinlerine benim adıma özür dilerdi. Ne yaparbilirdi ki. Cd'yi elimden alsa çok daha kötü şeyler yapardım biliyordu. Ve mutlu olmam her anne gibi onu da mutlu ediyordu.

Annem Şebnem'i sevmez. Hiç sevmedi. Hayran kaldı, belki de "bu nasıl bir sestir yahu!" dedi ama belli etmedi. Yine sıradan bir gün ve annemin sıradan krizi tutmuş. "İçim sıkılıyor" adını veriyor bu krizine ve hemen evdeki eşyaların yerlerini değiştiriyor. Bende henüz ilkokuldayım ve doğal olarak Şebnem posterleri dolu bir odam var. Ranzada yattığım için şanslıydım. Posterlerim miniklerin ellerinden yükseklerdeydi. Annem odayı değiştirirken posterlerimi ranzaya çıkıp tek tek özenle sökmek yerine yırtmayı tercih etmişti. Eve geldiğimde göremediğim posterlerimi anneme sorduğumda aldığım yanıt beni uzun süre ağlatmıştı.
Şimdi cesaret edemez işte öyle bir harekete...
Büyüklük Bende Kalsın :)
18 Mart 2009 Çarşamba 23:48


Adsense için Google'a yaptığım istek olumsuz bir yanıtla son buldu. İlk denememdi zaten... Bir ay kadar sonra yeniden isteğimi iletirim onlara.

Verdikleri yanıtta özgün içerik olmamasından söz ediyorlar. Çok kırıcıydı. Blogumdaki tüm yazılar şahsıma ait. Neyse Google da hata yapar der konuyu unuturum.

Büyüklük bende kalsın
Camdan Gökyüzü - Petra Hammesfahr
18 Mart 2009 Çarşamba 23:55

Bir köyde geçiyor olay. Aslında bir köy dememeli oldukça gizemli. Hikayenin tümü köyün gizemini çözmekten ibaret neredeyse. Ah tabii bir de Sina'nın ağlamalarından. Ağlamalar da bir gizem. Hatta Sina başlı başına bir gizem. Ben kitabı bitirdiğimde gizemi tam çözdüğümü düşünmediğimden yeniden okumak istiyorum; Fırsat bulursam...

Aslında gerçekten güzel bir kitaptı. Christian'ın merdivende Sina'ya attığı tokat sonrası yaşananlar üzdü açıkçası. Yeniden okuduktan sonra (okursam tabii..) güzel bir inceleme ile yeniden burada olurum. Bir Camdan Gökyüzü'nde daha yeniden görüşmek dileğiyle...
Son Kurban - Petra Hammesfahr
18 Mart 2009 Çarşamba 09:45

Bir Petra klasiği daha! Sessiz Kiracı'dan sonra bu kitabı okumuştum. Gerçekten etkileyici. Tesadüfler... Eşinin bir seri katil oluşunu öğrenen birinin ruhsal durumu bu kadar güzel işlenebilirdi. Petra'm şaşırtmamıştı beni.

Her iki yılda bir 14 Eylül'de düzenli olarak biri hayatını kaybeder. Ama son 14 Eylül'de biri ölmesi gerekirken olaylar oluyor ve ölen olmuyor. Bir polis de bu ölenler ve onların katili arasında önemli bir bağlantı olduğunu düşünür ve onu bulmaya çalışır.

Eşinizin bir katil olduğunu öğrendiğinizde ne hissederdiniz?

Güzel bir psikolojik gerilim romanı..
Dune Mesihi - Frank Herbert
16 Mart 2009 Pazartesi 22:13


Dune'dan sonra içimde dinmeyen merak; "Bu kitabı da oku,vakit kaybetmeden" dedi. Ben de dayanamadım ve aldım. Bu kitap ilkinden daha büyük bir heyecanla bitti. Doyamadım diyebilirim. Yazara hayranlığım her sayfada daha da bir arttı. Olamaz böyle sürükleyici hikaye!

Gerilim romanları ilgimi çeker benim. Ama bu kitap onlardan dahi daha etkiledi beni.
Dune - Frank Herbert
18 Mart 2009 Çarşamba 23:49

Bir abimin önerisi ile Dune'u okumaya başladım. Bu kadar hoşlanacağımı hiç ummazdım. Gerçekten bir efsaneyi hak eden bir seri. Öyle ki filme alınmış, dünyaları kasıp kavuran oyunu çıkmış. Okumaya doyamadım. Bu kadar geniş bir hayal dünyası hangi insanın zihninin içine sığabilir ki? Frank Herbert'ın zihnine sığıyor işte. Üstelik yazarın diğer kitapları hiç de o kadar matah bir şey değilmiş. Dune serisi yazarı ölümsüzleştirmiş. Okuduğum kitaplar serisinde bu kitap da bulunduğundan müthiş heyecan duyuyorum.

Yazar bilimadamı olmadığından bilimsel ayrıntılara çok değinmemiş ama Dune Evreni'ni tüm ayrıntılarıyla işlemiş. Düşünsenize olay bir çölde geçiyor... Siz okuyucunun merakını bir çölde nasıl son sayfaya kadar en yüksek safhada tutmayı başarabilirsiniz ki?

Dune bilimkurgunun en büyük ödülü olan Hugo'ya değer bulundu. Ayrıca ilk Nebula ödülünü de aldı. Şaşırmadım. Daha iyilerine bile layık.


Filmden bir kare; Paul ve Rahibe Ana, o küçük kutu da Gomcebbar

Dune serisi hakkında bir sürü şey paylaşmak istiyorum. Sizlere kaynak olarak wikipedia'yı öneririm. Bu kadar mı güzel ayrıştırılır. Mükemmel. Dune'u vikilerken çok fazla heyecana kapıldım. Karakter analizlerini,film,oyun..vs hakkında tüm ayrıntılara ulaşabilirsiniz. Viki en az Google kadar dev

Dune Serisinden de söz edeyim sizlere... Kitap Frank Herbert tarafından yazılmıştır. Fakat o kadar çok hayran kitlesine ulaşmıştır ki Frank ölünce iki oğlu bu romanı devam ettirmek istemişlerdir. Babalarının hikayesine ne kadar sahip çıkmışlar bilemeyeceğim. Çünkü henüz onların yazdıklarını okumadım...

Frank Herbert tarafından yazılan seriler;

* Çöl Gezegeni Dune (1965)
* Dune'un Messihi (1969)
* Dune'un Çocukları (1976)
* Dune'un İmparator Tanrısı (1981)
* Dune'un Kafirleri (1984)
* Dune Rahibeler Meclisi (1985)

Ardından oğulları Brian Herbert ve Kevin J. Anderson tarafından kaleme alınanlar;

* Atreides Hanedanlığı (1999)
* Harkonnen Hanedanlığı (2000)
* Corrino Hanedanlığı (2001)
* Butleryan Cihadı (2002)
* Makinelerin Seferi (2003)
* Corrin Savaşı(2004)



Ek olarak filminden de bahsedeyim. Dune 1984'de David Lynch tarafından sinemaya uyarlandı ve 2000 yılında 5 bölümlük dizisi yapıldı. Yalnız bu filmini de henüz seyretmediğim için yorumlayamayacağım. Ama en kısa zamanda (bu hafta içerisinde) izleyeceğim. Ah tabii Dune Efsanesi bu kadarla da sınırlı kalmamış. Bilgisayar oyunu da dağıtılmış.
İşte oyunları:

* Dune (1992) : Macera/Strateji
* Dune II (1992) : RTS
* Dune 2000 (1998) : Dune II
* Emperor: Battle for Dune (2001) : 3 boyutlu bir RTS oyunu


L'arc~en~ciel tarafından Dune adlı bir da albüm yapıldı. Albümün içerisindeki parçalar:


1. Shutting From The Sky
2. Voice
3. Taste Of Love
4. Entichers
5. Floods Of Tears
6. Dune
7. Be Destined
8. [Japanese Titles]
9. As If In A Dream
10. [Japanese Titles]


Sizlere sunabileceğim kaynaklar: -İngilizce-
(İncelemenizi kesinlikle tavsiye ederim.)
http://en.wikipedia.org/wiki/Arrakis
http://www.arrakis.co.uk/colpage14.html - Burada kıyafetler ve onların değerleri var.
http://www.derzulya.com/makaleler/frankherbert.html
http://www.gyte.edu.tr/ebulten/sayi31/kultur.htm
http://www.arrakis.co.uk/collectorsbook.html
http://www.moongadget.com/origins/dune.html
Şeytanın Sağ Eli - John Saul
18 Mart 2009 Çarşamba 09:58

Kitabın ne zaman bittiğini anlayamadım bile o kadar sürükleyici ki. Kesinlikle Bestseller'da yer almayı haketmiş bir kitap. Belki sinemaya da uyarlanmıştır ama bilgim yok. Çok çok güzeldi. Bu yazarın da diğer kitaplarını okumayı düşünüyorum.

Kitap öyle bir bitti ki... Aklınızdan hiç silinmeyecekmiş gibi. Tasvirleri,anlatımı,çekiciliği kusursuzdu.

Seviyorum Var Mı Ötesi?
15 Mart 2009 Pazar 00:00

Severim ben;
Beni,
Seni,
Yalnızlığı,
Beraber olmayı,
Paylaşmayı,
Çökmek üzere olan bilgisayarımı,
Bitik ailemi,
hatta babamı bile..

Severim ben;
Daima yalnız olmayı,
Yalnız yürümeyi,
Yalnız koşmayı,
Yalnız sahilde oturmayı,
Yalnız çay içeyi,
Yalnız müzik dinlemeyi,
Yalnız seyahati..

Severim ben,
Boş çabalarımı,
Boş değerlerimi,
Boş görünüşümü...

Bağlanmışım bir Çiy Tanesine,
Uçuk sandığınız bir aşk
Oysa öyle saf,
Öyle derin ki..
Severim işte...

Seviyorum var mı ötesi?


Yahu hiç de bilmem şiirdir,miirdi,yazıdır... Sadece okurum. Ama çok doluyum. Başım ağrıyor gereksizce... Herkese inanıyorum ama en çok da kendime..
Ben hep ben'in yanında olacağım.
Açlık - Knut Hamsun
18 Mart 2009 Çarşamba 09:58


Kitabı okuduktan sonra tok olduğunuzun farkına varacaksınız. Oldukça etkileyiciydi. Ama kitapta daima açtı bu adam. Oldukça gururlu ve namuslu. Bu nedenle aç kalmaya razı gelmiş bir karakter. Pek sıkıldığımı söyleyemem ama artık bit dedim.
Günahkâr - Petra Hammesfahr
18 Mart 2009 Çarşamba 09:57
Orjinal isim: Die Sünderin

Ah Petra'm bu kitabını zorla bitirdim. Bir sürü anlaşılamayan kısımlar var zihnimde. Hayır, tabii ki savunmamı sunacağım. Neden zorla bitirdim:

Sıkıcıydı.

Çok etkileyiciydi. Kendimi buldum.

Kitap karışıklıkta elime geçti. Alışkın değilim ben aynı anda birden fazla kitap okumaya. Eğer kitap o hiç kitap okumadığım bir haftalık süre içerisine denk gelseydi böyle olmayacaktı eminim ki. Şanssızlık diyelim.

Yine de kitabını beğendim. Gerçekten psikolojimi bozdu kitap. Başardın bunu Petra!

Baş roldeki karakter Cora'nın küçüklüğünü anlattığı bölümler daha da etkileyiciydi. Hele ki Magdalena'nın kaburgalarının kırılması.. Sanki benim kaburgalarım kırıldı.

Herkes bu kitabını muhteşem bulmuş. Bence de öyle ama ister istemez sıkıldım. Tekrardan fırsat bulursam okumayı planlıyorum.

Tüm Türkçe'ye çevrilmiş kitaplarını bitirdim bu yazarın. Artık diğer kitaplarını da çevirmelerini istiyorum.
Umrun Umrumdur Daima...
14 Mart 2009 Cumartesi 23:45

Ya bu kadar basit mi susmak?
Ya da bu kadar basit mi konuşmak?

Sadece sustun. Sadece "Seninle sonra konuşacağız." dedin. Bu kadar basit mi?

Kırılmış mısın?
..
Emin ol ki "sen" beni daha çok kırdın.

Güvenin mi bitmiş?
..
Emin ol ki güvenimi yok eden sensin.

Yalnız mıymışsın, yine yalnız?
..
Emin ol ki senden daha yalnızım. Ama ben yalnızlığı ile iyi geçinen biriyim. Severim: Yalnız yürümeyi, yalnız müzik dinlemeyi,yalnız uzaklara dalıp gitmeyi,yalnız yağmur altında ıslanmayı...


Sen belki düşünemezsin benim kadar derin. Neden düşünesin? Senin bir dünyan var. Ben senin dünyanın çekim kuvvetinden uzaklardayım artık.

Biliyorum her şeyi unutmuş olacaksın. Unutursun sen. Ya da senin deyiminle unutmuş görünürsün. Ben unutmam "kardeşim". Ben o tedirginliği hep yaşarım. Bir kere yok ettin güvenimi. Artık yalnızca arkadaşımsın.

Sen silersin belki de. Ben silmem. Sana o kızgınlıkta dahi söyledim: "Peki, ama ben hep buradayım,bunu unutma!".

Ne kadar ağladık O'nunla beraber. Ha sen de ağlamışsındır öyle mi? Neye,neden ağladın? Seni kırdığımıza mı? Biraz düşün. Kim kimi kırdı?

Sadece biraz düşün. Hoşça kal(.)
Kadına Karşı Şiddete Hayır!
18 Mart 2009 Çarşamba 10:04



Masum değiliz
Şebnem Ferah, Sezen Aksu'nun Masum Değiliz parçasını söyledikten sonra Güldünya konserinin amacını en iyi şekilde özetledi: "Cinayet, şiddet yeterince korkunç kelimeler ama töre bunları bir bakıma meşrulaştırdığı için bence çok daha korkunç. Hepimiz bir yerinden bunun parçasıyız ve o yüzden masum değiliz. Umarım bu akşam bu sahneden yayılan müzik tüm caniliklerin üstesinden gelir."




Şebnem'im Deli Kızım Uyan'ı ve Masum Değiliz'i söylemiş. Ne kadar da güzel söylemiştir. Ah.. Ah..



Şebnem'im ne kadar da güzel söylemiş. Biraz televizyonda yakalayabildiğim kadarıyla izledim. Hayran kaldım. Her yerde Ajda Pekkan'ın Kürtçe söylediği şarkının videosu var. Şebnem yok.

Teşekkürler Şebnem'im böyle güzel projelerde bu kadar büyük sanatçıların arasında yer alarak kendini bir kez daha büyüttğün için.

Söylemekten bıkmayacağım asla: Şebnem'im seni seviyorum...
Otobüsteyken..
04 Mart 2009 Çarşamba 09:24


Saat 6:30. Nihal! diye uzaklardan gelen annemin sesi ile uyandım, her sabah olduğu gibi. Yine uykusunu alamamış bir halde kalktım ve yavaş yavaş giyinmeye başladım. Kahvaltımı yaptım. Saat 7:20'de duraktayım. Sabahları İETT görevinden çok okul servisine dönüşmüş 12A adlı otobüsü bekliyoruz. Ben hala uykuluyum,kulaklarımda gürültülü bir müzikle uyanmaya çalışıyorum Bu sefer her nasıl olduysa -İETT'nin kafasına saksı mı düştü, nedir,nasıldır,nedendir? Bilemeyeceğim- hemen geldi otobüs. İçi tıklım tıklım. Ben de önlerde bir yere tıkıştım. Yanımda da arkadaşım var-o benden uykulu-. Ayakta tutacağı-adını gerçekten bilmiyorum,ayaktayken tuttuğumuz plastikten yapılmış reklam işlevi gören cisimlerden biri- tuttum. Gidiyoruz...

İşte her şey o an içinde olup bitiverdi:

Az sonra!.. (şaka,şaka)

Tutacağın üzerinde sanatçıların resimleri vardı. Sezen,Ajda.. vs. Kesin Şebnemim de vardır diye düşündüm ki Şebnem'i gördüm. "Aaaa!" diye bir şaşkınlık. Farkında değilim gerçekten. O "A" öyle sesli çıktı ki herkesin bana baktığını önce hissettim sonra etrafıma utanç içinde göz gezdirirken de yanılmadığımı anladım. Kıpkırmızı oldum tabii. Millet de ne düşündüyse artık hepsi gülüyor bana Ben hala kırmızı bir halde kahkaha atıyorum.. Bir yandan da millet deli sanmasın diye arkadaşıma "sesli sesli" -duysunlar yani- "Şebo'nun konseri var sandım bir an heyecanlandım" dedim

Of Şebnem of!
Dersanedeki matematik öğretmenimin adı da Şebnem.. Düşünün matematiğimi nasıl 3'ten 5'e çıkaracağım bu dönem

*İşte böyle... En azından uyanmış ve güne tatlı başlamış oldum.
Teşekkürler Şebnem,
teşekkürler 12A,
teşekkürler otobüszedeler,
teşekkürler yazıyı okuyup bana zamanını ayıranlar..

Hepinizi çok seviyorum. :)



Not: Resimdeki 12 A yazısı bana aittir.Resmi İETT'den aldım.
Korkulu Bekleyiş - Petra Hammesfahr
18 Mart 2009 Çarşamba 10:05

Süper,süper! Bu yazara bayılıyorum. Favorim. Camdan Gökyüzü kadar anlaşılması güç ve anladığını sansan bile yine de şüphelerini gideremediğin bir kitap değil. Daha net bir anlatımı var. Apaçık ortada. Bu anlaşılamamazlıktan dolayı Camdan Gökyüzü adlı kitabı yeniden okuyacağım.

Şu sözün olduğu kısım aklımdan gitmiyor: "Onu deşmiş!"
http://muazzam-siyah.blogspot.com/