Kırılma Noktası
12 Nisan 2009 Pazar 13:41
Gözlerimi açtığımda, bilmediğim bir evde bilmediğim bir yataktaydım. Yanımda yatan kadının sadece sırtını ve saçlarını görebiliyordum. Kalktım. Nerde olabileceğimi düşündüm. Dün gece çok içtiğim için devamını hatırlamadığım bir senaryonun ortasındaydım. Hala sarhoştum. Olanca hızımla giyinip ordan uzaklaştım. Gezi Parkı'nda oturdum. Bir sigara yakıp bir an önce ayılmak için derin derin nefes alıyordum.
Bir tırın dorsesinde, küçük televizyonda dvd izleyip günlerce o kapalı yerde yol aldığım zamanları düşünüyordum. Kilometrelerce yol. Bir ülkeden, başka soğuk bir ülkeye. Sınır kapısında durdurulduğunda yakalanmamayı umut ederek. Düşüncelerime fazla dalmış olmalıyım ki yanıma gelip sigara isteyen tinerci çocuğu fark etmemişim. "Kafan mı iyi dostum" diye alaycı bir sesle irkildim. Dönüp yüzüne baktığımda "Senden sigara istiyorum iki saattir, oralı değilsin." dedi. "Al sigaranı, siktir git." Paketin içinde kalan 4 sigaranın hepsini verdim paketle birlikte. Yanımdan uzaklaşırken arkasına dönüp bakıyor ve sanırım içinden deli olduğumu geçiriyordu. Bense sadece dün gecesini hatırlamaya çalışan bir ayyaştım.
Büyükparmakkapı'ya yürüyüp, Marmara'da oturdum. Buzlu ayran getirip önüme koydu garson. Evet o mide bulantısıyla en iyi gelecek şey de buydu. Alkoliklere alışkın olan bu büfe, onlara nasıl muamelede bulunacağını da iyi biliyordu. Ve eğer sabahın 10'unda Taksim'deysen ve iş için orada bulunmadığın her halinden belliyse, geceden beri orada olduğun su götürmez bi gerçekti. Bar işlettiğim zamanlarda Marmara'ya değil de, karşısındaki dandik restorana gidip oturduğumuz için buradaki garsonları tanıma fırsatım olmadı. Hepsini sima olarak tanıyordum ve kafamda belli bir puanları vardı ama birebir tanışıp konuşma yaşamamıştık. Biz daha çok karşıdaki restoranda çorba içerdik grup halinde. Hatta restoran sahibini o kadar zengin ettik ki dükkana tadilat bile yaptırdı. Aylık gelirinin üçte birini bizden kazanıyordu. Barda çalışanları bile öğle yemeğine oraya gönderiyordum. Bir nevi yemekhane. Ayın sonunda hesabı kapatıyorduk.
Ama Marmara'nın döneri her zaman oranınkini sollardı. Ton balıklı ve mantarlı sandviç istedim. Ton balığı maydonozlu, mantarları acıdır oranın. Sandviçleri de güzeldir. Soğuk ayranı da bitirip kasaya hesabı ödedikten sonra üst kata tuvalete çıktım. Yüzümü yıkayıp saçlarımı ıslattım ve aynada gözlerimin altındaki morluklara baktım. Karşıdan gören kesinlikle bir uyuşturucu bağımlısı olduğumu düşünüp benimle göz göze gelmemeye çalışırdı. Açık bıraktığım ve boş yere akan musluğu kapatıp tuvaletten çıktım. Aşağı indim ve kapıdan çıkarken garson "Siz şu köşedeki barı mı işletiyordunuz?" diye sordu. "Cazgır'dı galiba adı".. "Hayır Cazgır'ı işletmedim ben. Onun üst katındaki rock barı işlettim." diye cevap verdim, orda bir rock bar olduğundan haberi olmadığını tahmin ederek. Kısa bir diyalogtan sonra büfeden çıktım. İstiklalde koşuşturan insanların arasına karışıp tünele doğru yürüdüm. Şahkulu Bostan Sokak ve işte insanı ağlatan o yokuş. Ev yokuşun sonunda. Anahtarlarımı bir süre aradıktan sonra montumun üstteki fermuarlı cebinde buldum. Kapıyı açıp içeriye girdiğimde o keskin alkol ve sigara kokusu ayılmaya çalışan bünyemi rahatsız etti. Perdeleri ve pencereyi açıp kültablalarını boşalttım. Yatak odasının kapısından bakıp, kadınımın darmadağın olan yatakta yatmadığını gördüm. Diğer odaya gittim. Çekyatın üzerinde sızmış ve elinden düşürdüğü sigara da halıda bir delik açmıştı. Her zaman alkolik ve uyuşturucu bağımlısı kadınlardan hoşlandım ve hep onlarla birlikte yaşadım. Bukowski'nin bahsettiği gibi, belki de sadece onları bulabildim. Belki onlar da sadece beni bulabildi. Ama derli toplu, düzenli kadınlarla yapamadım. Pasaklı, vurdumduymaz ve edepsiz olanlarını tercih ettim hep. Şimdiyse burda öylece durmuş, çekyatımda yatan bu kadını neden istediğimi hatırlamaya çalışıyordum. "Kalk yatağa geç" dedim kısık ama kızgın bir sesle. Duşa girip soğuk suyu açtım. Kendime gelmeye başlıyordum. Sonra şekersiz bir nescafe yapıp dünün gazetelerine göz attım. Yatak odasına geçip, yatağa kadınımın yanına uzandıktan sonra "Özür dilerim" dedim duyulamayacak kadar alçak bir sesle. "Leş gibi viski kokuyorsun" dedi. "Hayır kokmuyorum. Yemek yedim, kahve içtim. Duş da aldım. Nasıl viski kokabilirim hala. Ayrıca viski içmedim.". "Kokuyorsun."
Yataktan kalkıp bilgisayarımı açtım. Ve maillerimi kontrol ettim. O kafayla mail yazmamam gereken bir insana mail attığımı fark ettim. Dün gece beraber olduğum kadının evinde, o tuvalete gitmek için odadan çıktığı sırada, masanın üzerinde açık duran laptoptan mailime girip yazdığımı ve gönderdikten sonra yatağa yattığımı hatırladım. Cevap gelmişti. Ben yolladıktan 6 dakika sonra yazmış. 04:11..
Nereye gidiyorum bilmiyorum. Hangi köprüden atlayacağıma daha karar vermedim. Belki de üçüncü köprünün inşaa edilmesini bekliyorum ilk kurbanı olup tarihe geçmek için..
"R"m
11 Nisan 2009 Cumartesi 21:39
Cesaretimi unufak ediyor bakışların.
Nefes alıyorum, veremiyorum.
Ciğerime batıyor cümlelerin, gözlerimi kanatıyor adının baş harfi..
(Tanıyacaksınız beni, sabredin bayan.. )
Okun(-ma)mak
11 Nisan 2009 Cumartesi 21:53
Çok fazla blog okuyorum demiştim de bi aralar, kaliteli blog sayısı gerçekten çok az. Okunabilir bi blog yaratmanın püf noktaları nelerdir? Bir bloğu takip etmenin ve merakla gelecek olan yazıları beklemenin sırrı nerde, yazmak istedim. Tabi ki yazacaklarım sadece şahsi fikrim ama genel kalite açısından da değerlendircem bu konuyu.
Öncelikle ilk dikkati çeken iyi bir tema tabi ki. Binlerce blogger teması arasından birini seçip işe başlamak gerekiyor. Ben bi bloğu açtığımda orada kalıp yazıları okumayı mı yoksa sağ üst köşedeki x'e basıp sekmeyi kapatmayı mı tercih edeceğime öncelikle sayfanın renginden karar veriyorum. Bu ilk gözlem ve ilk intiba çünkü. Bazı bloglar tam bir zevksizlik örneği. Ve zevksiz bi tasarımı tercih eden biri ne kadar ilgi çekici yazılar yazabilir, düşündürücü. Mesela Mavi arkaplan kullanıp da yeşil yazıyla yazıyorsan, ben o sayfada 10 saniyeden fazla durmam. Arkaplanla yazı rengi uyumlu olmalı bi kere. Kullandığın yazı karakterinin ve puntosunun bile etkisi var da hadi neyse abartmayayım.
İkinci olarak sitenin içeriği. Her ne konu üzerine olursa olsun, özgün ve blog sahibine ait yazılar görmek istiyor insan. Her forumda, her şiir sitesinde okunabilecek yazı ve şiirlerle bloğu doldurmak, o kadar da ilgi çekici değil. Sonra yazılardaki üslup da önemli. Mesela "ben" yerine, "biz" kullanıp da olayı kurumsallaştıran blog yazarları çok itici geliyor bana. "Siz" kim? Kaç kişiniz? Neden "ben" değil de "biz"? Şirket misiniz kardeşim? Aynı şekilde okuyucuya da "siz" diye hitap etmek de ayrı bi iticilik. Birilerinin seni okuduğu kanısına nasıl varabiliyorsun mesela? Ve bu pazarlamacı ağzı nedir? "Sizin de bildiğiniz gibi....", "Yani sizin anlayacağınız...." vs vs. uzar gider. Bu nedir arkadaşım? Bloğuna hitap et, "blog" de, "okuyucu" de, "sen" de, ama "siz" deme. Ne o, hayran kitlene mi sesleniyorsun?
Sonra sitenin her yerini gereksiz reklamlarla doldurma. Yani bir iki tane google ads koyarsın anlarım da, her yere döşemene ne gerek var. Oraya tıklayacak olan adam ötekine de tıklar zaten. Hem blog okuyucu kitlesinde, onların reklam olduğunu anlamayıp da tıklayacak insan sayısı azdır. Yemez o bloglarda. Anca oyun sitelerinde falan. Ya da kalitesiz bi içeriğe sahipsen.. Mesela edebiyat kategorisinde bi bloğa sahipsen bırak kaliteni bozma 3-5 kuruş kazancam diye.
Sinir olduğum bi başka şey de, bloğuna playlist koyan bazı kişilerin, o playlisti otomatik başlamaya ayarlaması. Bırak ayarlama. Herkes dinlemek zorunda değil. Koy sen oraya playlistini, isteyen dinlesin. Ayrıca ben belki başka şey dinliyorum o anda. Benim dinlediğim müzikle karışıyor, aptal bi şey oluyor.
Ayrıca her zaman insanlara inatla bağlaçları ve soru eklerini ayrı yazmayı öğretmek için çırpınıyorum. Yaa öğren şunu, bu kadar mı zor? Kendi dilini doğru kullan yaa. Blog yazarı olmuşsun, koskoca hayallerin var ve peşinden gidiyorsun, belki ilerde iyi bi yazar olcaksın.. Neden senin yapamadığını editörler yapsın ki?
En çok takip etmeyi sevdiklerimse, kendi cümleleriyle yazmış, iyi betimlemelerle o anı, mekanı ve kişileri kafamda canlandırmamı sağlayan, samimi duyguları yansıtan ve sıradan günlük bir olayı bile edebi cümlelerle anlatabilen blog yazarları. Türkiye'de blogculuk epey gelişmiş durumda. İyi blog yazarları var ve takip etmekten zevk aldığım bazı bloglar da var. Umarım bu sayı gün geçtikçe çoğalır ve internette geçirdiğim zamanı sıkılmadan en iyi şekilde değerlendirme olanağım artar.
Oooh yeea beybi !
11 Nisan 2009 Cumartesi 17:12
Bir ihtiyarın anısına..
11 Nisan 2009 Cumartesi 12:53
Üzerinde açık kahverengi bir tulum vardı ve kamyonun önünde durmuş bana kızgın gözlerle bakıyordu. Bense bakışlarından korkmama rağmen cesur görünerek ve bundan etkileneceğini düşünerek yanına doğru hızlı adımlarla ilerledim. Yanına yaklaşmama izin vermeden "Çekil kamyonun önünden" diye bağırdı uzaktan. Biraz daha ilerleyip kenara çekildiğim zaman okyanus mavisi, kızgın bakışlı gözlerini ve yüzündeki kırışıklıkları daha net görebiliyordum. Beyaz kısa saçları ve kirli elleri vardı. Bir an "İşte bu benim dedem" diye geçirdim içimden. Sert görünse de aslında kimsenin bilmediği pamuk gibi bir kalbi vardı onun.
Rüzgar kulaklarımda hüznü bestelerken, terk edilmişliklerin, yitirmişliklerin kokusu duyuluyordu havada. Ayağımda Amerikan Ordusu'nun botları ve üzerimde kamuflaj parkayla bana gerçek bi askere benzediğimi söyledi yaşlı adam. Saçlarım 4 numara traşlıydı ve bana bakıp gurur duyması için bütün niteliklere sahiptim. Her zaman güçlü ve korkusuz, kendi ayakları üzerinde sağlam durabilen insanları severdi. "Gel bir tavla atalım" dedi sakince. Biraz önce kaşlarını çatmış, azarlar gibi konuşan o ihtiyar gitmiş, yerine yorgun ve sevimli bir adam gelmişti sanki. Kahveye doğru ilerleyen yokuştan çıkarken biraz duraksadı. "Sen devam et" dedi nefes almakta zorluk çeken bir ses tonuyla ve dediğini yapmazsam köpürecek olan bir deniz tehditkarlığıyla. İlerledim. Üstü asma yapraklarıyla kapalı olan kahvenin merdivenlerinden inerken durup baktım. Yavaş adımlarla geliyordu. Geçip bir masaya oturdum. Biri az şekerli, biri çok şekerli iki kahve ve tavla istedim. Yorgunluğunu belli etmeyen tavrıyla gelip masaya oturan ihtiyar "Söyledin mi tavla?" dedi. O sırada kahveler ve tavla geldi. Tavla oynamayı bana öğreten bu ihtiyar yenilgiye doğru ilerliyordu. Ama onu yenmeyi istemediğim için ve yenilirse üzüleceğini düşündüğümden küçük zar atıyordum. "Zar tutma, zar tutma" diye söyleniyordu arada. "Zaten tutamıyorum, hep küçük geliyor" dedim. "Bilerek yeniliyorsun, anlamıyor muyum sanki?" dedi. "Hayır dede, neden bilerek yenileyim? Sen ustasın, iyi oynuyorsun" diye geçiştirmeye çalışıyordum. Tavlada en az onun kadar iyi olduğumu ve tozu dumana kattığımı biliyordu. Ama kendisini yenebileceğim fikri hoşuna gitmediğinden beceriksiz olduğumu düşünmek ve söylediklerime inanmak ona daha cazip gelmişti. Çok fazla belli etmemek için 3-2 yenildim. Ve karşılığında onu Sarıyer'e götürüp balık ısmarlamaya ikna ettim.
Teknede oturup denizi seyrederken, lüferlerimiz geldiğinde biz ilk dublemizi devirmiştik bile. Bana hata yapmamayı, yapsam bile yaptığım her hatada kendimi cezalandırmayı ve bundan ders çıkarmayı öğreten bu adamla aynı masada oturmuş rakı içip, balık yiyorduk. Aramızda 56 yaş vardı ve onun en sevdiği torunu olduğumu biliyordum. Beni o büyütmüştü. Bana yumruk atmayı o öğretmişti. Tavla oynamayı, motorları, araba tamir etmeyi, odun kırmayı, nişan almayı.. Çekirdek ayıklamayı bile o öğretmişti.
Öldüğünde en çok üzülen ben oldum. Sanki benim de bir parçamı onunla birlikte toprağa gömdüler. Şimdi aradan uzun zaman geçti. Ve hala rüyalarımda bana öğüt verip ne yapmam gerektiğini o söylüyor. Yarın onun ölüm yıldönümü. Nedense hala inanamıyorum burada olmadığına..
Nerde kalmıştık?
10 Nisan 2009 Cuma 22:59
46 saat 17 dakika.. Üstüne 1 şişe JD, 6 kutu efes, 2 paket marlboro, 11 el texas.
Artık uyumam lazım..
Nerede o eski günler?
10 Nisan 2009 Cuma 20:21
Gündüz yazdığım yazının tepkilerini almaya başladım bile. Birden üzerine alınan iki kişi çıktı ve benim için önemli olduklarını zannetmekle ne kadar yanıldıklarını beyan ettiler. Nasıl içim acıdı anlatamam (!)
Her neyse bugün gayet sakinim. Aynı zamanda uykusuz ve huysuz. Yıllar önce bi arkadaşla yaptığımız röportajı buldum bugün tesadüfen. Amma geyikmişiz ya. Sanırım harbiden yaşlanıyoruz. Adam akıllı toplanıp da tüyapta sabahlamayalı kaç sene olmuş. Herkes kendi kabuğuna çekilmiş artık. Zamanında bu hale düşeceğimizi birisi söyleseydi hepimiz dalga geçerdik herhalde. Apo'da saatlerce ayakta dikilip bira içerken, bira tenekelerini merdivenlere bırakıyoruz diye otopark mafyasıyla kavga ederken, sonra günün birinde işimiz yine o otopark mafyasına düştüğünde "yap bi güzellik" derken, zaman hiç geçmeyecek gibiydi. Arka sokağın arka sokak olduğu dönemlerde, punklarla -ama gerçek punklarla, metalcilerin kavga etmeden oturduğu, emek sinemasının mermerlerine oturmayalım diye mazot dökmedikleri dönemlerde, her şey ne kadar yavaşmış meğer. Şimdi dönüp baktığımda çok hızlı geçmiş yıllar. Artık ne apo, ne arka sokak kaldı. Ne de sağlam metal ya da punk camiası. Yeni nesil sallatıda ve neyi görse ona özenir durumda. Oysa göreceklerdi ki köprüaltı zamanını, morg zamanını. Eski gandalf, eski katharsis.. Şimdi gözüne kalem çeken metalciyim diye geziyor ortalarda. Metalin m'sinden anlamayan zavallı, "beyincik" sahibi insanlar metal dinliyorum diye geçiniyor.
Biz old school takılıyoruz evet. Başka seçeneğimiz de yok zaten bu kadar özentinin arasında. Artık keskin hatlarla çizilmiş bi müzik zevkinden bahsetmiyorum kimseye. Ben david bowie dinliyorum, jim morrison dinliyorum, grace slick dinliyorum. Ama siz bilmezsiniz nocturno cultonun sesindeki jilet keskinliğini, attila'dan life eternal dinleyip ağlamanın ne demek olduğunu..
Farkındayım bundan sonrası büyümek değil yaşlanmak oluyor. Ve bunu düşününce ciddi bir kompleks sorunsalıyla karşı karşıya olduğumu fark edip 19 yaşında 20 yaşındaki veletleri kıskandığımı anlıyorum. Ama yine de bu neslin çocuğu olmak istemezdim.
Güneşin doğduğunu göremiyorsan, yüzün batıya dönük demektir.
10 Nisan 2009 Cuma 16:51
Güne yeni başlıyorum. Hala ayılamadım. Ev leş gibi olmuş. Daha iki hafta oldu taşınalı. Ama her yer bira kutusu ve votka şişesi doldu. Yerde izmaritler falan geziyor. Zaten bu yüzden en iyisi otelde kalmak. Gelip temizliyorlar en azından odanı her gün.
İnsan uyumayınca güne bi yerden başlaması gerekiyor. Ben de bu saati uygun gördüm. Fallout'a kendimi o kadar kaptırmışım ki 4 saattir başından kalkmadım. Bitmemesi için aynı yerleri tekrar tekrar dolaşıyorum ama sıkıldım artık. Yakın zamanda bitirmem lazım.
Dün 510 TL bayılıp kendime güneş gözlüğü aldım. Aslında biraz eskisine benziyor ama rengi farklı. Sanırım içimdeki boşluğu bu şekilde doldurmaya çalışıyorum. Kendime acıdım birden. Şimdi de pizza söyledim. Yanında da buz gibi bira.. Hayata bakış açımı değiştirmeye çalışıyorum. Baktığım pencere hoşuma gitmiyor. İnsanlarla ilişkilerimi daha normal seviyeye çekip, beni olmadığım biri gibi algılamalarına engel olmak istiyorum artık. Evet bugüne kadar sikimde olmadı ne düşündükleri ama, artık birilerinin beni olmadığım şekilde etiketlemesinden ve benden verebileceğimden fazlasını istemelerinden sıkıldım.
Mesela nedense hayatıma giren herkes kendini çok özel hissediyor ve bu beni çileden çıkarıyor. Hayır kardeşim özel falan değilsin. O anda seni istemişim hepsi bu. Yani tamamen bencilce, kendi egolarımı tatmin etmek için. Kabullen bunu artık. Hem sen üzülme, hem beni sinirlendirme. Farkındayım insanlara kendilerini nasıl özel hissetireceğimi iyi biliyorum. Ama bitince biter işte, üstelemenin ne mantığı var? Sanırım bu beni vazgeçilmez kılıyor ve birilerinin peşimden sürünerek geldiğini görmek de beni tatmin ediyor. Ama artık normal bi insan olmaya karar verdim ve kimseyle "merhaba"nın ötesinde bi diyaloğa girmek istemiyorum. Ben kendimi bile sevemezken nasıl olur da onları sevdiğimi düşünebilirler. Gerçekten sevmeyi çok isterdim sizi, ama üzgünüm sevemiyorum. Siz de benden göremediğiniz o yüce aşkı, kendiniz gibi zavallı insanların duygularını sömürerek aramaya devam edin. Görüyorum ve her şeyin farkındayım. Bunu duymak sizin için bi şey ifade eder mi bilmiyorum ama sadece basitliğinize bakıp gülüyorum oturduğum yerden. Ve o beklediğiniz şeye ulaşamamanın sebep olduğu tatminsizlikle ordan oraya sürüklenişinizi büyük bir keyifle izliyorum.
Etki ve Tepki
10 Nisan 2009 Cuma 11:19
En iyilerimizin sonu genellikle kendi ellerinden olur,
sırf uzaklaşmak için..
ve geride kalanlar, birinin onlardan uzaklaşmayı neden isteyebileceğini bir türlü tam olarak anlayamazlar.
Charles Bukowski
Kafam Kıyak
10 Nisan 2009 Cuma 11:06
..ve sonunda Büyük Barmen
olanca beyazlığı ve saflığı,
gücü, kuvveti ve gizemiyle öne eğilip
"yeterince içtin" der,
tam da keyif almaya başladığında.
Charles Bukowski
Yeni misafirim var! Hoşgeldin!
09 Nisan 2009 Perşembe 23:19
Blog ziyaretleri konusunda güzel bir yazı okudum ve misafir yazar kabul edip bloğumu değişik fikirlere de açmak istedim. Yani sadece yorum yazarak değil, fikirlerini yazıp bloğuma yollayan kalıcı misafirler.. Evet eğer sen de misafirim olmak istersen yazdığın makale, şiir ve denemelerini konu kısmına "misafir kabul eder misin" yazarak spiritual.disorder@hotmail.com adresine yollayabilirsin.
İlk misafirim Erkan.
Öncelikle konuyla ilgili yazıyı okumak isteyenler
http://www.erkancablog.com/blog/bloguna-misafir-kabul-edermisin.htm adresini ziyaret etsinler.
İşte misafirimin kaleminden dökülenler..
http://www.ruhsalkargasa.com/2009/03/misafir-sohbetleri-vol1.html
Lita Ford + Ozzy = Z.Y. (!)
09 Nisan 2009 Perşembe 08:40
Neden bu şarkıyı her dinlediğimde aklıma geliyorsun?
If i close my eyes forever..
Gecenin en ilerlemiş saatlerinde, haftaiçi, barda tek tük müşteri varken, gelip bar taburesine oturup beni izleyişin neden geliyor aklıma?
Neden, neyi kaybettiğimi yıllar sonra anlayabiliyorum?
Koca bir boşluksun içimde; yeri, samanla doldurulmuş..
09 Nisan 2009 Perşembe 09:07
Neden ağlayamıyorum ben? Ne kadar çok istiyorum göz yaşı dökebilmeyi.. Annem küçükken de cins olduğumu söyledi zaten. Düşünce bile ağlamazmışım. Ama şimdi ağlamaya ihtiyacım var. Göz yaşlarımın asidi içimi eritti çünkü sürekli içeriye akmaktan. Belki ağlasam rahatlayacağım.
Ağlamak istiyorum artık.
Ağlamak isteyip de ağlayamamak ne tuhaf bir şey. İçimde hiçbir duygu kırıntısı yok. Hiçbir his.. Bi kıpırtı bile yok. Hissizlik hissi.. Artık bi şeyler hissetmeliyim. Canım yandığında bile kılım kıpırdamıyor. Kendimden bu kadar vazgeçmiş olamam.
Artık ağlamam lazım.
Günümün Soğuk Maddeleri
09 Nisan 2009 Perşembe 07:14
*Ne acayip geçiyor günler. Ne kadar çok sorgulamaya başladım kendimi.. Bu sene üniversite sınavına tekrar gircem. Bu yaştan sonra üniversite mi okunur ama azmettim okuyacam. "Oku-ya-cam" deyince de aklıma geldi, adanalılar böyle konuşurlar da hep. Bi de şimdi bi dizi var, Canım Ailem mi ne sanırım adı. Orda kıvırcık saçlı bi kadın var, yaa adana şivesi bu kadar mı güzel yapılır kardeşim. Nasıl bi gözlemdir o. Birebir yapıyor aynısını. Her neyse bu sefer de aşçılık okumayı düşünüyorum işte. Beykent Üniversitesi'nin Aşçılık bölümünde tanıdığım biri var. Güzelmiş orası. Bu arada açıköğretimde de turizm otelciliğe devam ediyorum. Bitirince mesleğimle alakalı olmuş olacak. Ben bi de bu gazla onu dört yıllığa tamamlayıp işletme de bitiririm. Filoloji diplomam da var nasıl olsa. Hepsi konuyla alakalı oluyor yani. Sonra da kendi restoranımı açmamam için hiçbir sebep yok. Sadece amerikaya mı yoksa fransaya mı gitmek istediğime karar veremiyorum.
*Kahvemden bi yudum aldım da, şekersiz olmuş yaa :/ Yeni fincan aldım, boyutu farklı olduğu için şekerini ayarlayamıyorum. Bu arada ne kadar çok kahve tükettiğimi fark ettim. Nescafe falan değil yani, bildiğin türk kahvesi. Küçükken anneannem misafirlerine kahve yaptığı zaman ben de içmek isterdim de "çocuklar kahve içmez, arap olursun" derdi. Gayet beyaz tenliyim ama. Hatta dün birinin elini sıkarken farkettim ki fazla beyazım. Özellikle ellerim.. Zamanında bunu biri söylediği zaman "hayır canım ne alakası var" tribine girmiştim. Ama hakikaten ellerim fazla beyazmış fark ettim.
*Bugün evden çıktım öyle amaçsızca. Önce deri montumu giymiştim, sonra geri dönüp montu eve bırakmaya karar verdim. Hava idare eder durumdaydı. Ama eve varmadan tekrar kararımı değiştirdim ve montu bırakmaktan vazgeçtim. Şu basit kararlarda bile ne kadar döneğim ben yaa. Hayatım için aldığım kararlarda da böyleyim işte bazen. Özellikle alkolü bırakma konusunda kendime kaçıncı söz verişim..
*Parfümümü değiştirdim. Uzun zamandır armani/he kullanıyordum ama bugün gidip boss/soul aldım. Aslında sırf şişesini beğendim diye girip aldım ama kokusu da güzel. Mesela reklamlarında Agyness Deyn oynuyor diye jean paul alabilirdim ama tahammül edilecek gibi bi koku değil o. Kusura bakma Agyness'cim senin için bile sıkamam o parfümü.
*Canım nasıl sigara istedi birden. Bi sigara yakayım da öyle devam edeyim.
(Bu da sigaraya teşvik gibi olmuş)
*Geçenlerde firefox'uma bi eklenti indirmiştim. Evet firefox kullanıyorum bu arada. Explorer dandik kardeşim. Her neyse, beğendiğin sayfaları sonradan okumak için bi liste oluşturuyorsun işte. "Sayfayı sonra okuyacağım" dediğinde bu listeye ekliyor. Şimdi fark ettim ki 211 sayfa birikmiş (: Yok bir an önce kendime gelmem lazım. Tuhaf davranıyorum.
*Dün biri mesaj yollamış iletişim formundan. Benim kadın mı yoksa erkek mi olduğumu sormuş. Yazdıklarımdan bir sonuca varamamış da.. Gülümsedim okurken evet (: Boşver arkadaşım yorma kafanı. Cinsiyetsizim ben.
*Bi de fark ettim ki, bugüne kadar en fazla duyduğum cümle "hayatımı siktin" cümlesi oldu. Ne kadar çok kişi kurdu bu cümleyi bana karşı. Zaten "My name is Earl"ü izleye izleye yakında sıyırıp ben de bi karma listesi yapmaya başlıcam. Ama o kadar hayatını siktiğim insanı bulup nasıl kendimi affettirebilirim bilmiyorum (: Aslında duygusuz olmama rağmen çok kibar bi adamım. Kimseye bi kabalık yapmadım. Tabi istisnalar kaideyi bozmaz. Yani ben hak edene, hak ettiği muameleyi göstermekten yanayım. Neyse kabalık da yapmış olabilirim arada. Mesela birilerinin kasıtlı olarak kalbini kırmışımdır mutlaka. Benim canım yanıyorsa onların da yanmalı. Aslında çok da kibar değilim sanırım biraz düşününce. "Kadına el kalkmaz" geyiğine karşı çıkıp, saatlerce bunu savunabilecek kadar hanzoyum hatta. Yaa bunun kadını erkeği mi var? Hak edene el kalkar kardeşim. Ne demişler "Nush ile yola gelmeyeni etmeli tekdir, tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir." Bu kadar. Nokta. Gayet açık ve net. Karşındaki laftan anlamıyorsa başka yöntemlerle anlatacaksın o zaman. Ben şiddete karşı değilim. Hatta yerinde şiddeti savunuyorum.
*Mesela bugün minibüse bindim büyük bir hata yapıp. Yanıma da dallamanın biri geldi oturdu. Hayır tipine baksan adam sanırsın. Ama almış eline beyaz bi tespih, yol boyunca onu sallayıp durdu. Bak başta insan gibi uyardım. "Sallama" dedim. Ama iki dakka geçmedi yine başladı. Bi de tıfıl bi şey. Tespih de en uyuz olduğum şeydir. Ne yani "sallayabiliyorum" diye hava mı atıyosun anlamıyorum ki. Tespih sallamak bi marifet mi? Sonunda kavga çıkarmak zorunda kaldım. Kafasını cama vurdum ensesinden tutup. Ama sonra beni alıp en arka koltuğa oturttular. Zaten beni tutup çekmeseler bi gün çok pis bi dayak yicem ama dur bakalım ne zaman (:
*Bu arada D&R'daki kız bugün telefon numaramı istedi. Şimdi versen bi dert vermesen bi dert. Hayır isteme sebebi gayet masum aslında. İki günde bir gidip Hakan Günday'ın yeni kitabını sorduğum için, kız da "sen bana telefon numaranı ver, ben gelince seni arayayım" dedi. Yani tek amacı budur heralde, başka ne olcak?
*Yani salak bir günün özeti.
En azından yazıyorum ve benden çıkıp gidiyor bu salaklıklar. Bazen de kimsenin okumasını istemediğim şeyler yazıyorum aslında. Mesela bunun gibi. Acaba şu cümleme kadar okuyan birileri var mı? Bu tarz yazılar için başka bi blog oluşturmalıyım sanırım. Çünkü lüzumsuz şeyler.. Ama dün okuduğum bi yazıdan sonra da daha fazla blog açmamaya karar verdim. "WP kullanıcısının tek bloğu olur, blogger kullanıcısı her şey için farklı bi blog açar" diyordu da (: Üzerime alındım.
*Şimdi ne yapmalıyım kendimden kurtulabilmek için acaba? Oturup film izleyeyim bari..
Private Message to: D.C.D
09 Nisan 2009 Perşembe 06:02
Bu ruh haliyle ne yazılır ki? Gerçi biliyorum okumayacaksın ama yine de hani olur da yolun düşer.. Ne bileyim belki merak edersin bi gün "ne yazıyormuş bu" diye girip bakarsın falan. Dün internet geçmişinde adresimi görünce bi an için umutlanmıştım yazdıklarımı okuyorsun diye. Aslında biraz da çekindim okuduğunu düşününce. Fakat sonra hatırladım ki, domainin boş olup olmadığını kontrol etmek için girmiştin zamanında. Okumadığını biliyorum. Her neyse yine de yazmak istiyorum sana. Eğer bi gün okursan neden saçmaladığımı biraz olsun anlayabilmen için.
Sanırım sonu tükettik. Aslında bu tükettiğimiz kaçıncı son di mi? Ama itekleyerek götürmeye çalışıyoruz uzun zamandır. Zaten asıl sorunumuz da bunu bilmemiz değil mi? Ben çabaladıkça ve karşılığında hiçbir takdir görmedikçe, neden uğraşıyorum ki diyorum kendime. Ne için yani? Kimin için? Beni umursamayan, ne yaptığımla ilgilenmeyen, hissettiklerimi sormayan biri için neden yani? Neden bi şeylerden taviz vermek zorunda olayım ki? Neden kendimden vazgeçeyim? Karşılığında hiçbir şey görmeden. İstediklerim maddi şeyler de değil üstelik, sadece takdir edilmek ve "evet ya hakikaten uğraşıyor değişmek için" diye düşünmen. Ama görüyorum ki boşa kürek çekiyorum. Ne ben adam olurum, ne de sen adam olsam da bunu anlayabilirsin. Çünkü bi kere üstüme yapıştırdığın bi etiket var. Ve ben ne yaparsam yapayım onu sökemeyeceğimi biliyorum. Birine gerçekten arkadaşça yaklaşsam da sen kafanda sürekli yanlış değerlendireceksin. Aslında evet haklısın, kadınlarla arkadaş olamıyorum. Ama bu benden kaynaklanmıyor. Yemin ederim hiçbi şey yapmıyorum. Tek bi cümle bile kurmuyorum olayı yanlış yöne çekecek. Kendi kendilerine yapıyorlar her şeyi. "İlgilenme o zaman" dediğini duyar gibiyim. Evet yaptım bunu. Son iki girişime kesinlikle tepki vermedim. Hatta şu anda kimseyle konuşmamaya özen gösteriyorum "biz"i kurtarmak adına. Çünkü karşımdakilerin benden beklentileri farklı. Adım çıkmış 9'a, inmez 8'e hesabı. Sanırım bu kimliğimden hiçbi zaman kurtulamayacağım. O yüzden de bu ortamdan mümkün olduğunca uzak durmaya çalışıyorum. Ama bu çabamın bile farkında değilsin. Dersin 3 buçukta başladığı halde, evden 12de çıkıyorsun.
...........................................................
................................
Ne diyebilirim söyle. Ne yapabilirim? Daha ne yapayım? Vazgeçtiklerimi görmüyor musun? Farkında değil misin neleri feda ettiğimin?
Tek istediğim seninle daha fazla vakit geçirmek için ayrı eve çıkmaktı. Belki başbaşa kalırsak kurtarabiliriz diye. Ama şimdi kendimle başbaşayım. Uçuruma doğru sürükleniyoruz. Nerde kopacak bilmiyorum..
Rapsodi
08 Nisan 2009 Çarşamba 04:18
Soğuk mermerlere yattım.
Hüznünü ömrüme kattım..
Cam kavanozlarda biriktirdim kırılan gözlerimi.
Dalgalarda yürüdüm.
Adını yengeçlere öğrettim.
Boğulmak istedim en derin okyanuslarda.
Yağmur olup yağmak,
Ve ıslatmak saçlarının omuzlarına değdiği yeri..
*rapsodi
Nisan'09 / by Disorder
Ölümsüzlüğün rengi ne renk?
07 Nisan 2009 Salı 20:55
Kayıp bir yapboz parçasıyım. Ruhumun kurumuş topraklarını gözyaşlarınla suluyorum. Sen ağladıkça, ben filizleniyorum. Oksijensiz umutlar besliyorum.. Hayatımın geri kalanını, fotoğraflarından izliyorum.
Ve sen, su gibisin.. Dokunsam, bütün güzelliğin bozulacak sanki. Yüzündeki çizgiler belli ki yüzyıllar öncesine ait. Soğuk ve yaşlı yıldızlar gibi kayıyorsun gökyüzünde. Seni izleyip hayran kalıyorum. Dünya dursun istiyorum. En acı son benimki olsun..
Seni bekledim ben.
gece..
gündüz..
yaz..
kış..
Rüzgarla yarıştım bazen.. Bazen şaha kaldırıp ümitlerimi, gökyüzünü selamladım. Güneşle birlikte ben de battım bazen. Ama ömür dediğin nedir ki? Gün doğumu, gün batımı.. Güneş demişken, güneş geç doğuyor burada. İç savaş çıkarıyorum kendimde. Dilsiz isyanlarıma kör ressamlar şahit.
Ne yağmurlar ıslatacak şimdi beni,
ne de yakamozlar..
Kadehler dolusu sahte mutlulukla ve yine günahlarımla başbaşayım. En anlamlı susuşu sahiplenişlerimin.. Susuşum, vazgeçişim değil.
Zaman her yerde aynı hızla mı akıyor? Hangi süvari taşıyor onu sol elinde?
bu kadar hızlı..
bu kadar yavaş..
Teslim oluyorum. Her yeri beyaza boyayıp inatla.. Bütün savaşçılarımı geri çekiyorum.
Silahsızım!
Teslim al beni!
İçimde bir stadyum dolusu adam var, ve ben saymaya daha yeni başlıyorum.
07 Nisan 2009 Salı 01:03
Biraz önce diğer bloğuma yazarken bi şey fark ettim. Gözümden kaçırdığım -ya da düşünemediğim diyelim- önemli bir ayrıntı.. "Kinyas ve Kayra"yı sevdiğini hesaba katacak olursak, google'da bunu aratıp bloğuma ulaşman ve orada da profil resmimi görüp bu bloğun linkine tıklayıp gelmen çok da büyük bir şans olmasa gerek. Hatta belki yazdıklarımı okuyor olma ihtimalin bile var. Ve belki de nasıl bir deliye çattığını anlamaya çalışıyorsundur kendi kendine. O zaman bir itirafta bulunmalıyım. Hala seni bekliyorum.
Ama Ankara hala soğuk. Ve sen hala üşüyorsun..
Günahlarından doğ!
07 Nisan 2009 Salı 00:17
Hatalar insanı büyütür. Kuşkusuz ki her insan hata yapar. "Ben hata yapmam" diyen insan yalan söylüyordur. Fakat verilen kararlar o anın şartları içinde değerlendirilmelidir. Verilen her karar o an için en doğru olanıdır, kararı veren kişiye göre. Ama hata, hatadır. Yapmışsan yapmışsındır. Neden yaptığının bir önemi yok. Nedenler değil, sonuçlar önemlidir. Ve her canlı, hatalarının bedelini ödemek zorundadır.
Bazıları ders çıkarır yaptığı hatalardan. Bi daha tekrarlamaz. Tecrübe edinir o konuda. Ama kimileri var ki, -kafataslarının içinde beyin yerine ne taşıdığı belli olmayan- aynı hayatı milyon kez tekrarlarlar. Ve sonuçlar her seferinde felaket olduğu halde, bu felaketlerden ders çıkarmadan tekrar tekrar yapmaya devam ederler. Bu insanlar için yapabileceğiniz hiçbi şey yoktur. Çünkü her şeyi tüketirsiniz. Kendinizi boş yere harcarsınız. Zamanınızı boş yere harcarsınız. Daha da önemlisi sinirlerinizi boş yere yıpratırsınız.
İşte kendimi böyle bir ilişkinin içinde buldum bir gün.. Bu kadar giriş anlatımı bunun içindi. Bu insanları ne şekilde değerlendirmeli bilmiyorum. Açıkçası değerlendirmek isteyip istemediğime de emin değilim. Bana göre bi değerleri de yok zaten. Israrla birilerine bi şeyler katmaya çalışmanın da bir manası yok. Karşındaki kişinin kapasitesiyle alakalı. Ne yaparsan yap, kalıplaşmış bazı şeyleri değiştirmenin imkanı yok.
İnsan, durup biraz düşünmeli, kendine dışarıdan bakabilmeli. "Sevilmeye değer biri miyim" diye sormalı kendine. Kim olduğunu görmeli. Kendisinden memnun olup olmadığını sorgulamalı.
Zaten insanlar bunu yapabildiği takdirde kusursuz olmayı başaracaklardır.
Kendilerine dürüst olmayı ilke edindikleri zaman, kendilerine yalanlar söylemeyi bıraktıkları zaman, hayatı ve kendilerini olduğu gibi kabul ettikleri zaman ve gerçekte var olmayan hayatları yaşamayı bıraktıkları zaman kim olduklarını öğrenecekler. Gerçek kimliklerini bulacaklar ve "ben"in değerini anlayacaklar.
"Işığı önüne al ve yürü; gölgen arkandan ister gelsin, ister gelmesin.."
00:08 / by Disorder
(Serpil Cansızkanat'a ithafen..)
Gitmeli.. (mi?)
06 Nisan 2009 Pazartesi 20:17
Ahh gözlerim yaşardı. Laftan anlamayan bazı insanların değişebileceğini görmek beni şaşırttı. Katharina! Seni ararım deyip aramadın. Şimdi tırnaklarımı yiyorum telefonun çalmasını beklerken. Ne boktan bi duyguymuş anladım. En azından bunu başkalarına yaptığım zaman neler hissettiklerini biliyorum artık. Ama 2 buçuk saat oldu ve hala telefon çalmadı.
Yarın neden ilk uçakla Ukrayna'ya gitmek istiyorum? Bindiğin gemiye beni de al!
Hiçbi şeyim kalmadı burada kaybedecek..
20:16 / by Disorder
Kafa boşaltma yöntemi: Tasarım
06 Nisan 2009 Pazartesi 19:48
new york
rock me
high voltage
Büyük boyutta görmek için resimlerin üzerine tıklayın.
I want to rape my fuckin' brain..
06 Nisan 2009 Pazartesi 17:58
Bu yaşa geldim ama hala yaşamayı sadece nefes alıp vermekten ibaret sanan insanlar beni hayrete düşürüyor.
Bugün adına besteler yapılacak kadar güzel biriyle tanıştım. Gülüşü, bakışı, cümleleri o kadar sade ki.. Benim dakikalarca çabalasam da anlatamayacağım duyguları O, iki üç kelimelik cümlelerle anlatabiliyor.
Bir kadın düşün,
Öyle bir kadın ki
Onsuz nefes alamayacakmış gibi hissettiren,
Elini bırakırsa düşekmişsin gibi..
Yürüdüğünde bütün denizleri eteğinde sürükleyen,
Rüzgarları estirip fırtınalar kopartan..
Öyle bir kadın ki
Güldüğünde depremler olan,
Ağladığında seller,
Seviştiğinde orman yangınları..
Nasıl olur da "hayat, nefes almaktan ibaret" diye düşünebilir? O'na bunu düşündüren şey ne? Nasıl da kıskandım oysa bu kadar sade bir düşünce sistemine sahip oluşunu. Güneş doğar, güneş batar ve perde kapanır. Böyle yaşayabilmeyi ne kadar isterdim. Düşünmeden, sorgulamadan.. Balkondaki saksıda duran bi kaktüs gibi. En çok gelmek istediğim nokta..
Düşünmeyi durdurabilmenin bi yöntemi olmalı.
Hastanede kaldığım günlerde, akut mani nöbetlerinde yutturdukları haplar gayet başarılıydı. Saatlerce tek bir noktaya bakıp zamanın nasıl geçtiğini anlamıyordun bile. Sabah kahvaltısı, öğle yemeği, akşam yemeği ve yatma saati. Bir anda geçiyordu. Arada yaptıklarını düşündüğünde hatırlayamıyordun bile. Hafızan bir süreliğine işi bırakıyordu bu haplar sayesinde. Kayıt yapmayı durduyordu beynin.. İşte bu aptal hapların yaptığını onlar olmadan da başarabilmeyi istiyorum.
Kendi beynime tecavüz etmek istiyorum.
17:57 / by Disorder
İçerik Hırsızlığı
06 Nisan 2009 Pazartesi 00:24
Evet kahvemi alıp geldim. Yazmak istediğim bir konu var.
Biraz önce blogları gezerken bi yazıyla karşılaştım tesadüfen. İçerik hırsızlığıyla ilgili bir yazı. Ve tepki olsun diye bir mim dalgası başlatılmış. Tabi ben kimse tarafından mimlenmedim şu anda ama yine de yazmak istedim bu konuda. Çünkü çok fazla blog okuyan biri olarak, çalıntı içerikle çok sık karşılaşıyorum. Gerçekten aptalca bir durum ve bu insanlar asalaktan başka bir şey değil. Birilerinin yazdığı yazıları, deneme, makale ve şiirleri kendi bloglarında yayınlayıp hiçbir kaynak göstermiyorlar. Alıntı olduğu bile yazmıyor. Kendi yazılarıymışçasına küçük dünyalarında eğleniyorlar. Aslında kendilerinden başka da kimseyi kandıramıyorlar.
Yani alıntı yapmak farklı bi şeydir. Ya da sevdiğin bi şairin şiirini bloğuna eklemek ayrı bi olaydır. Kaldı ki ben de ekliyorum Küçük İskender'in şiirlerini. Ama bu içerik hırsızları başka blog yazarlarının içeriğini direkt kopyalayıp yapıştırıyorlar. Ha bi de arada ufak değişiklik yapan uyanıklar da var. Ama blog okurları o yazı ya da şiirlerle mutlaka bi yerlerde karşılaşıyorlardır. Ya da en basitinden yapmanız gereken şey, yazıda geçen bir cümleyi aynen kopyalayıp google'da aratmak. Birden fazla sitede çıktığını gördüğünüzde şaşırmayın. Çok fazla taklitçi insan var. Bi şeyler üretmek yerine başkalarının fikirlerini kendilerininmiş gibi yayınlıyorlar.
Ayrıca bu kişileri şikayet etmeniz de mümkün. Eğer çalıntı içeriğe sahip bloglar birden fazla şikayet alırsa incelemeye alınıp siliniyor. Blogger ya da blogcu -blog hangisinde barınıyorsa, direkt olarak şikayetinizi yazabilirsiniz. Çalıntı olan içeriğin orjinal linkini de yollamanız inandırıcılığı arttırıp bloğun kaldırılma sürecini hızlandıracaktır.
Beyni olmayan insanların kendi fikirlerini yazmak yerine başkalarının emeğini çalıp kendisi yazmış gibi blog oluşturmaları ve hatta bu blogların birileri tarafından okunup beğenilmesi sinir bozucu bir durum. Ama ahmaklar her zaman ahmaktır ve onlara acımak dışında yapabileceğimiz bir şey yok.
Ek olarak, bloğunuzdaki size ait içeriği http://myfreecopyright.com/ adresinden onaylatabilirsiniz. Burada tutulan kayıtlar, yazılarınızı yayınladığınız tarih, onları çalıp da ekleyen kişilerin yazılarından eski olacağı için geçerliliği olan bir belgedir.
Düşünen ve üreten beyinlere ithafen..
Bırak Kanasın
05 Nisan 2009 Pazar 17:53
Hayat herkese eşit fırsatlar sunmak zorunda değil. Bazılarının elinde patlar maça kızları. Yoluna devam et rüzgargülü. Sen bana bakma. Ben iyileştirmek için yalarım şakağımdaki kılıç balığını. Nefes al sakince. Tut..
Bırak kanasın..
Kafa boşaltma yöntemi: Tasarım
05 Nisan 2009 Pazar 19:04
black metal
disorder
harley
banned man
Bohem
Butch
*Resimlerin büyüklerini görmek için üzerine tıklayabilirsiniz.
12 Nisan 2009 Pazar
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
abi bu nedir ya? neden böyle bi şey yapma gereği duydun ki sen şimdi? zeka problemin falan mı var? amaç nedir?
YanıtlaSilhttp://www.ruhsalkargasa.com