ug and okhy battle the pink robots
veda
14 Nisan 2009 Salı 22:33
buraya kilit vurma işi de bana düşüyor o zaman...
güzel günler yaşadık, çok eğlendik, kah güldük kah ağladık, okhy ile birbirimize girdiğimiz anlar bile oldu. fakat evlilik gibi birşeymiş ortak blog açmak, bizimkisi son buldu. yine ayrı bloglardayız, fakat yine cankuşuz lakin.
şahsen ben de buraya taşındım: http://sexcontainsall.blogspot.com/
yine heyecan, yeni heyecan falan. fresh start'lar her zaman lazımdır bünyeye...
bizi okuyan herkese teşekkürler, bizi okumaya devam etmeniz dileğiyle,
sevgiler saygılar
Bir ipte 2 Canbaz
12 Nisan 2009 Pazar 02:52
buradan devam ediyorum. giriş yazısında gereken herşeyi belirttim. umarım hoş görürsünüz...
http://biripteikicanbaz.blogspot.com/
Okhy kaçar!
30 Mart 2009 Pazartesi 18:16
bu blogun Okhy'si olarak özel sebeplerden dolayı blog yazma işine bir süre ara veriyorum. ve bu süre sanırım uzun olacak. belki devam ederim bir süre sonra burada, belki kafam eser de yeni blog açıp öyle gelirim karşınıza falan. şahsım adına yazılarımın 3 satırını da olsa okuyup da kaale alanlara teşekkür eder, herhangi bir soru, cevap, küfür, içini dökme, hal hatır sorma, tavsiye, öneri, teklif, msn isteme, webcam açtırma gibi atraksiyonları göz önünde bulundurarak alternatif mail adresimi bırakıp giderim;
okhancanbaz@gmail.com
sizin bloglarınızı okumaya devam edicem, sakın salmayın kendinizi ha!
Yerel seçim dalgası
30 Mart 2009 Pazartesi 14:37
bir seçim gününü daha atlattık, sonuç hemen hemen aynı. İstanbul derbisinde kazanan taraf Kadir Topbaş oldu. Kılıçdaroğlu şimdi istediği platformda düelloya davet etsin, "başkanım" diye hitab edecek sonuçta. "aslında al birini vur öbürüne" bir seçimdi İstanbul için. ikisinden de gına geldi, "seçim bitse de şu sıfatları görmesek" diye iple çektik o günü. yok birisi çıkar "onun kardeşi şurayı dolandırdı" der, diğeri çıkar "o komşu kızına göz dikti yıllar evel" der falan. seçim propagandası adı altında dizi film döndürdüler aylardır. ama şöyle bir particilik oynayacak olursak eğer, sonuçta yine İstanbul'a ampuller hükmedecek.
Ankara halkı enteresan, hatta mazoşist. Melih Gökçek gibi bir adamı mahalleme muhtar yapmam. muhtar Adem varken Melih'e ne gerek var. içine etsin mi mahallenin? ama yine Melih yine Melih. bu işte bir iş var. bu ülkede şehrini yöneten insandan memnun olmayanlar, hatta nefret edenler, barıl barıl bağırıyorlar her platformda günlerce. ama şehrin yüzde 38ini kapsayan, oy veren, o adamı saltanatına devam ettiren insanlar evlerinin salonunda cigarayı yakıp tv karşısında kıs kıs gülüyorlar demek ki. kaypaklık değil mi bu peki? sonuçta Ankara da ampuldü ve ampul kaldı, yazık!
bir İzmirli olarak sonuca hiç şaşırmadım. İzmirliler genelde uzun floresan kullanır. Aziz Kocaoğlu, Ahmet Piriştina'dan zorunlu olarak aldığı bayrağı iyi bir şekilde taşıdı şimdiye kadar, daha iyisini yapabilecek birisi de yok sanırım şuanda. İzmir birçok konuda "oturmuş" bir şehir. güzelliği de buradan geliyor biraz. ama yüzde 32lik bir ampul oranını bile yakıştıramıyorum bu şehire. napalım, buna da şükür!
Türkiye genelindeki oranları değerlendirecek olursak ve bu sonuçları da gelecekteki genel seçimlere yorarsak eğer; bu ülkede ampul kolay sönmeyecek sanırım. Tayyip dünkü sonuçları başarısızlık olarak değerlendirdi, ama bu onun herzaman yaptığı ters kademelerden birisi. çıktı efendi efendi konuştu adam. yine gönülleri fethetti falan, Brad Pitt gibi adam valla. hem dinine imanına bağlı, hem kültürlü, efendi, senden benden milliyetçi, senden benden laik, cesur, realist, örnek bir lider! bundan 10 sene evelinin hacı cavcavından eser yok. nasıl girdi bu şekle, nasıl da yeni bir kişilik olarak yedirdi kendini bu topluma? az değil, hemen hemen yüzde 40lık bir kesim yemiş durumda. eski kızarkadaşları da pişmandır şuanda, adam canavar gibi döndü çünkü. alayı facebooktan taarruzdadır. yakışır Tayyibe! yürübe!
he bir de muhtarlık seçimleri var tabi. yukarıda da belirtmiştim, Adem kıyak adam. genç, dinamik, mahalle ile iç içe. kah kahvede yancı, kah halısaha maçında kısa donla, kah bakkala yazdırıp aldığı gazete ve arasına kıstırdığı karafırın ekmeği ile eve dönüş yolunda. kardeşi de cankuşum sayılır. eski mahallemin muhtarı Ayı Cemal'den çok çok daha iyi. gerçi onun da ğlu köpek halil çocukluk cankuşumdu ama, neyse. konu daılmışken yazıyı sonlandırmakta fayda var.
acınızı paylaşıyoruz Ankara!
Bilemiyoruz!
29 Mart 2009 Pazar 01:27
an itibari ile çok anlamlı bir posttur bu, hatta dramdır! Ug ile Okhy aynı anda basmıştır "kaydı yayınla" tuşuna...
Ters kademe
26 Mart 2009 Perşembe 00:46
"ters kademe" diye bir futbol terimi oldukça popüler oldu son dönemlerde. bek oyuncusunun, stoperin boşluğunu doldurması, oradaki tehlikeye müdahale etmesi gibisinden birşey. Gökhan Gönül güzel yapar bunu, orta yapmak hariç herşeyi güzel yaptığı gibi.
ama bir de hayatımızdaki ters kademeler vardır ki, önemi apayrıdır. ummadığımız anda ummadığımız bölgeden gelen tehlikeyi savuşturma, hatta karlı çıkma amaçlı yapılan hamlelerdir bunlar. bazen de hamleye gerek olmaz, bir olayın varlığı bile başlı başına ters kademe olarak düşünülebilir insan zihninde. mesela ayakkabıları parfüm kokan bir kişinin aslında ayaklarının kötü kokması, bu sebepten dolayı parfüme başvurmuş olma ihtimali de zihnimizde yarattığımı bir ters kademeye örnektir.
en basitinden bir ters kademe örneği vereyim;
- neden bakıyorsun?
- sen bakıyon diye!
mesela geçtiğimiz haftalarda Six Feet Under dizisinden bir replik yazmıştım. Ruth ile Hiram'ın diyaloğu. orda da Ruth inanılmaz bir ters kademe örneği gösterip atağı önlemekle kalmayıp bir de kontradan golü çaktı Hiram'a. çok profesyonel bir ters kademe örneği.
zaten ilişkilerde de bu tarz ters kademeler herzaman zihnimizde döner durur. birşeyi yapmadan önce, o yaptığımız şeyden dolayı bize gelecek bir tepkiye bir ters kademe hazırlarız kafamızın içinde. hatta partnerimizin bizden yavaş yavaş soğuduğunu, ipleri eline aldığını, hatta terketme hazırlığı içinde olduğunu çaktığımızda veyahut sizin ona verdiğiniz değerin onda birini ondan almadığınız zamanlarda ters kademeyi çakarız genelde. "ya herro ya merro" diyerekten. ya biz soğukluk gösteririz, yada resti çekeriz. bu dediğim şeyler binlerce metodla yapılabilir tabi. o kişinin hayal gücü ve karakterine bağlı. en basiti ise kıskandırma gibisinden şeyler.
kendi keyfimize göre, diğer kişiyi düşünmeyerek, canımız istediği için yaptığımız bazı olaylardan dolayı olumsuz bir tepki gördüğümüzde ise "senin için şu sebepten dolayı yapmıştım" diyerek bir ters kademe de yaratılabilir. aslında olayı gerçekleştirmeden evel tepki alacağını bile bile düşünülmüş bir sebeptir o. ve bu şekil ters kademenin en büyük özelliği de kafamızda kurduğumuz sebebe kendimizi bile inandırmış olmamızdır. olayın sebebini gerçekten bu imiş gibi kabullenir, karşı taraf bu gerekçeyi yemediği zaman da onu nankör, kendinizi ise mağdur görürsünüz. hakedilmemiş bir tepkidir size göre. o derece kandırmışsınızdır yani kendinizi.
bir de hoşlandığınız kişiye kötü davranma olayı vardır. bu da kişinin zihninde "ona fazla değer veriyorum, o benden üstün mü? benim ondan neyim eksik" triplerine girmesinden kaynaklanan bir ters kademedir.
hele bir de sizin hoşlandığınız kişi de sizden hoşlanıyor ise, orta yol bulunup bir mevzuya bağlanması süresince binlerce ters kademe dönecektir ortalıkta. her iki taraf da genelde maça 1-0 önde başlamak isteyeceğinden kaynaklanır bu mevzu. şahsen benim en çok uyguladığım ters kademe anlayışıdır. genelde maç başlamaz bu sebepten dolayı! hükmen 3-0 kazandığını düşünür iki taraf da. benim için önemi yoktur hiç, karşı masadaki kızı kesmeye başlarım o dakkadan gayrı!
son olarak aklıma gelen ters kademe şekli de ortamda imrenilmek, iltifat yada güzel söz duymak, ilgiyi çekmek isteyen kişilerin uyguladığı bir ters kademe. misal o gün saçına değişik bir şekil yapmış ve kendine güveniyor ise ortamda "ay saçım çok kötü, uğraşamadım da" lafını eder. birkaç övgü alabilip dikkati oraya çekmek açısından. "öff bu pantolon da çok rahatsız çıktı ya, belden sıkıyo sanırım"ın da dikkati yeni alınmış, iyi bir para bayılınmış bir pantolona çekebilitesi yüksektir. memnuniyetsiz ve sakin bir şekilde "abi BMW M3 aldık ama debriyajı bana çok düşük geldi" demek de bu tarz ters kademenin içine girer kısmen.
amma çok "ters kademe" yazdım be şu metinde. geldi ters kademe, gitti ters kademe...
bu arada, bugün bir blogda Murathan Mungan şiirine rastladım. ters kademenin kralıydı;
"Kimdi giden kimdi kalan
Aslında giden değil
Kalandır terkeden
Giden de
bu yüzden gitmiştir zaten"
Aşk mesajları
25 Mart 2009 Çarşamba 13:56
Takvim gazetesinin müthiş bir köşesi var, aşk mesajları diye. insanlar buraya ufak yazılar gönderiyorlar, gazete de yayınlıyor. yayınlama kriteri "en güzel olan" mıdır yoksa "en abuk subuk olan" mıdır ben çözemedim. zaten köşeyi bir kere okuyanın bir daha bırakması mümkün değil. nasıl saykedelik çağrışımlar, nasıl bilinçaltı oyunları, nasıl çılgın imgeler. yayınlanan mesajları okudukça biz niye cemal süreya'ları turgut uyar'ları okumaya kastık diye hayıflandım şerefsizim. hemen aşağıya birkaç örnek alayım:
"Dolanı dolanı gezer ölüm. yavaşça tuşlara bas yaz derdini bitanem yavaşça. ben sana demedim mi? bana çok kötü davranıyorlar. neden gelmedin ah 61'lim." / adı saklı
Bunu yazan eleman hangi kafalarda çok merak ettim. ne diyeyim ki ben şimdi buna? sanırım kolaj çalışması falan yapmış. ilk cümlede ölüm dolanı dolanı geliyor anladık. fakat ikinci cümle ne? "ben sana demedim mi" diyerek de özele girmiş ama biz bir şey anlamadık. 4. cümle dram, kim kötü davranıyor, noluyor ne bitiyor belli değil. ama sorun değil dolanı dolanı geziyor zaten ölüm. nasıl kafalar bunlar, vay anasını. yaz bunu 1955'de, 2. yeni akımına girersin işte, öyle bir çalışma.
"Kemiklerimden kalem, derimden kağıt, kanımdan mürekkep yapıp sana aşığım yazıp yollasam sana olan sevgimin büyüklüğünü anlatmaya yeter mi?kokunu özledim, o herşeyden güzel kokan mis kokunu. gözlerini gülüşünü öpüşünü özledim. sanki bedenim benim de içimdeki ruh sensin. ben de seni yaşıyorum bitanem. iyi ki varsın, seni çoooook seviyorum." / çocukluk aşkım canım nuran'ıma
bu mesajı olayın hardcore seviyesi yüzünden aldım. bu ne arkadaşım? sevgini anlatmak için kemiklerinden kalem derinden kağıt falan mı yapmak zorundasın? bu nasıl gore bir fantazidir. ayrıca sonradan gelen "koku kokması" faciası da var. ulan bunları okudukça anlıyorum ki bizim aşklarımız falan yalan. elalem kanıyla mürekkep yapıyor, kemiğiye kalem.
"Keşke yalnızlığım kadar yanımda olsaydın yasemin. keşke yalnızlığımla paylaştığımı seninle paylaşsaydım. keşke senin adın yalnızlık olsaydı ve ben hep yalnız kalsaydım. seni çok seviyorum prensesim." / ardahanlı hasan'dan biricik aşkı yasemin'e
Farkettiğiniz üzere yasemin kaçmış hasan'dan, hasan da bir takım katekullilerle, şaşırtmaçlı cümlelerle yasemin'in aklını almaya çalışıyor. yasemin'in -hafif moron ise- hasan'a "ben senin yalnızlığınım hasan geri geldim" diyerek geri dönmesi olası. bu kadar şaşırtmaç bu kadar mind-games pes doğrusu. çok acaip adammışsın hasan, senden korkulur.
"Serseri kızlar ağlamaz. serseri kızlar ağlarsa kimse susturamaz. inanki erkekler kerkes "serseri kız" olamaz." / gebzeden serseri kız
Harfine dokunmadan aldım yazıyı. "inanki erkekler" kalıbına mı güleyim, şahsın gebzeli oluşuna mı ağlayayım (malum ben de gebzede oturuyorum), ne yapayım bilemedim. bir kere bu mesaj neye, nereye, ne amaçla atılmıştır onu çözemedim. tamam anladık serseri kızsın(o ne demekse?), eee sonra? üstelik hem ağlamıyorsun, hem de ağlayınca kimse susturamıyor seni. ABOV!
"Bataryası zayıf rüyalarımızın kapsama alanı dışında kalan kesimlerine şebeke hatası sebebiyle ulaşılamadı. şimdi yüreğimde full çeken hatlarımla seni çok seviyorum." / sakaryalı dj hafız 54 pınar ve bilal 54
Allahım sana geliyorum! işte böyle imgelem gücü yüksek insanlar oldukça bu ülkenin şairi eksik olmaz! bataryası zayıf rüyalar, yüreklerde full çeken hatlar falan off offf. mesajı yazan da 3 kişi. şahsen sakaryalı dj hafız 54 ile tanışmayı çok istedim, ilginç bir karakter gibi geldi gözüme. ilk cümleden çıkardığım "rüyamda seni göremedim kamyonu deviremedik" alt metnini de işin içine katarak pınarın yancı olduğunu düşündüm. bilal 54 ise kişinin biri, senin gibi benim gibi. o da yancıdır. sakaryalı dj hafız 54'ün işi kesin bu.
Kolbastı
25 Mart 2009 Çarşamba 03:04
"Trabzon'un dansı" dediler, Giresunlular ayaklandı "bizim dansımız" diye. alayı palavra!
Kolbastı Cambridge yöresine aittir. Ug ile en büyük zevklerimizden birisidir hatta, çocukluğumuzdan beri yaparız. işte size 1986dan kalma bir video;
"burada"
sağdaki Ug, beni denize döküyor dans kolbastı konusunda! Cafe Crown arası tee o yıllardan kalmadır işte!
Kısa Winston Soft
25 Mart 2009 Çarşamba 01:08
ne demişler; soft herzaman box'ın önündedir...
- zamanında babamın ticaret namına hertürlü işi yapmış olmasından kaynaklanan birikim ve özgüven ile iktisat dersinde hocanın söylediği herşeye muhalefet edip "sen gel de onu gerçek hayatta uygula" gibisinden iddaalaşmaların hastasıyım. ama gel gelelim iktisatçılık ile esnaflık ayrı şeyler. benimkisi esnaflık, evet!
- bugün annemin anlattığı bir olay ile yıkıldım resmen. işe giderken bindiği otobüsten şahit olduğu olay ağlatacaktı beni nerdeyse. bir sokak köpeğinin kafasına 3-4 kere vurup kaçan bir adam ve can çekişip ayağa kalkmaya çalışan, birkaç denemesi başarısız olan ve en son burnundan kan gelerek hayatını yitiren bir canlı. affınıza sığınarak bir kere de olsa ağzımı bozma hakkımı kullanmak istiyorum o herife; allah belanı versin orospu çocuğu!
- sınavlarıma iki hafta kaldı ve paçalar sıkıştı inceden. ama bukadar kısa bir süre kalmışken İngilizce dersinden de sınava gireceğimi yeni öğrendim bugün. inceden bir ter bastı ama 4-5 deneme testinden hemen hemen ful yapınca rahatladım. İngilizce okulda değil de tatilde öğrenilir, bu işin kuralı budur. sene içinde boşu boşuna çalışmayın. am, is, are ile olmaz bu işler...
- Ug'ün tavsiyesi üzerine "World of Goo" diye bir oyun indirdim geçenlerde. oyun hakkında yolladığı videoyu izledim, oldukça eğlenceli gözüküyordu. bir okadar da zeka işi bir oyun. bugün kurayım dedim, beceremedim. sordum ekürime "dayı nasıl kurcaz" diye. dedi ki "dayı sanal cd yapman lazım, Power Iso diye bi program var" falan. dedim yerim isoyu misoyu, üşendim uğraşmaya. teknoloji özürlü olmak da böyle birşey işte. ben yine eniyisi Worms 4'e devam, ne akarı var, ne kokarı. geldi solucan, gitti solucan. fitifiti ordan oraya gidiyolar, birbirlerine atraksiyon çekiyolar. oyun dediğin budur işte!
- Lincoln ülkesine 6 bavulla gitmiş, gayet enteresan. sülalesine pişmaniye götürme ihtimali olmadığına göre, dönüşü zor. bakalım zaman neler gösterecek. hernekadar şu sıralar hakkında yazılan onlarca yazıya saygı duysam da, aldığı paranın hakkını hiçbir zaman verememiş bir futbolcu olarak görüyorum kendisini. ve oynadığı 5-6 güzel maç hatırlıyorum sadece. hele bir Hertha maçı var ki! bu yorumlarımın Fenerbahçelilikle de alakası yok kesinlikle. adamın ikinci sezonu bu kulüpte ve sanırım dördüncü teknik direktörü. onlar mı oynatamadı, Lincoln mü oynamadı? belki de tam olarak cevabını bilemeyeceğimiz sorular bunlar. belki de 6 bavulla gittiği ülkeden 12 bavulla dönüp hepimize cevabı verecek. belli olmaz bu işler, nasip!
- Six Feet Under çok fena devam ediyor. üçüncü sezon bomba gibi girdi.efsane şeylerle alakalı açtığım bloga koyacam neredeyse, daha dün seyretmeye başlamış olmama rağmen. hala başlamayan varsa başlasın şu diziye. Lost'u falan bırakın bir süreliğine, eğer dizi bittiğinde mantıklı bir sonuca bağlandığını duyarsanız devam edersiniz kaldığı yerden. ada kaçmıyo ordan. gerçi en son kaçmıştı, ben orda bıraktım. bakarım ona da biara...
- size tavsiyem, tişört mişört almaya şimdiden başlayın. fiyatlar gayet güzel, 10 liraya bile dolu mağazalarda. isim vermeme gerek yok, hemen hemen heryerde var. ama mayıs ayından itibaren fiyatlar en az üçe katlanır. kızlar için aynı şey geçerli değil tabi, pazardan 1 liraya bile her daim birton seçenek mevcut onlar için. hem de gayet güzel, farklı kombinasyonlara uyabilecek ilginç şeyler. hayat onlara güzel bu konuda. bir de herşeyi uyduruyo kendilerine keratalar. seviyorum bu yönlerini, suyunu çıkarmadıkları sürece.
- he bir de; busene müzik yönünden çok kesat geçiyor arkadaş. umarım yaza doğru vızır vızır olur piyasa da, gökten yağar albümler. Dredg hakkında şöyle bir yazı yollamıştı Mister Deniz; ""On Monday, February 23rd, the Dredg website released an announcement confirming their exit from Interscope Records as well their new record's title, "The Pariah, The Parrot, The Delusion". The album has a release date of May 19, 2009 and it will be distributed by Ohlone Recordings (their new label) and by the Independent Label Group"". ben bu adamların yeni albümünü yakından görmeden, dokunmadan inanmıcam çıktığına. 2006nın Haziran ayından beri en çok yaptığım şey Dredg'in yeni albüm çıkaracağını duymak oldu. baydım artık!
- Kanada'dan Google'a "KANADA VATANDASI YIM INGILTEREDE YASAMAK ISTIYORUM" yazıp da bizim bloga rastlayan arkadaşa sesleniyorum burdan; hayat sana güzel aga! hem Kanada'da yaşıyon, hem Kanada vatandaşısın, hem de İngiltere'ye tüyme ihtimalleri falan. ben olsam ben de büyük harfle, üstüne basa basa yazardım, yakışır!
ayrıca "Antonio Gustavo Penalope Ricardo Danielo" diye aratıp bu bloga düşen arkadaş da sanırım benim birkaç post aşağıya yazdığım Facebook testine denkgelmiş. "bu adam ki ki?" diye bi bakınmış benim yaptığım gibi. yok abi öyle bir adam, neyazık ki gerçek bu!
- yukarıda da bahsettiğim gibi, sınavlarım yaklaşmakta. bu ara bloga az yazabilirim. ama Mersin'e gittiğimde Mister Ug işi tek başına çok daha iyi götürüp blogu daha popüler hale getirmişti. bu konuda içim rahat. abi arada hatun fotosu da koy ben yokken!
Resimdeki ünlü?
24 Mart 2009 Salı 23:40
bunebe!
Sınırlar
24 Mart 2009 Salı 01:46
Facebook denen illet gün geçmesin ki başımıza yeni aptallıklar çıkarmasın. bugün buna rastgeldim facebook'da, lafa nereden başlasam bilemedim.
İşte napıyor eleman, eline bir maket bıçağı almış, parmağının ucunu kesiyor hafiften, sonra çıkan kanla Atatürk resmi çizmeyle cebelleşiyor, arkaya en gazından bir mehter marşı da dayamış ki kitleleri harekete geçirebilsin, ki hep beraber sokakları kana boyayarak resimler çizsinler. ne kadar masum, ne kadar milli değerlerine bağlı bir genç değil mi? sorsan atatürkçünün kralıdır.
İşte böyle boş beleş adamlar yüzünden hayat hergün daha da zor geliyor bana, yakınlarıma, sevdiklerime. yahu bu mudur Atatürkçülük? bu mudur yani? götü boklu bir maket bıçağıyla parmağının ucunu keserek, onunla Atatürk resmi çizmeye çalışıyor, bununla çanakkaleye, sakaryaya gönderme mi yapıyorsun? sıkıyosa kes bileğini kan glü yap ortalığı, içinde kıvrılarak ay yıldız da çizersin. maksat nereye gittiği belli olmayan mesajını en lüzumsuz şeklinle vermek değil mi zaten? bu nasıl bir şov ihtiyacıdır, nasıl bir götünden anlamadır olanı biteni. yaşasaydı Atatürk'ün bu yaptığını görünce onunla gurur duyacağını falan mı sandı acaba? o adamın bütün uğraşları, ilkeleri, devrimleri, öğütlerinin günümüzde yansıması bu mudur bu herifler bazında?
Evet, çok üzgünüm, budur. facebookda "hadi türk milleti, 100000 kişi olalım da yunandan büyük olduğumuzu gösterelim" diye gruplar açan boş beleş insanlar, hayatında ilim irfan nedir, Atatürk ne yapmış neyi değiştirmiştir ilgilenmez, konuyla bağları budur bu adamların.
Videonun altında en 200 tane yorum gördüm "helal olsun, işte türk genci budur" diye. aynı türk genci özelleştirmelerle, hortumlarla, bu ülke nerelere satılıyor bilmez, sokaklara tükürür sıçar, elalemin karısına kızına sarkmayı delikanlılık sayar, iki kelime kitap okumaz, şu resmi çizince bir bok olduğunu sanar da aynı kanı kızılaya vermeye yanaşmaz.
Sınırlar falan kalmamış bu ülke insanında, nereye gidiyoruz inanın bilmiyorum. korkuyorum, kendim ve sevdiklerim için...
Ortam dosyaları
video-play.mp4 (MPEG-4 Movie, 0 bayt)
Aslında hangi millettensiniz?
23 Mart 2009 Pazartesi 00:29
Facebook denen bir mevzu var, ilkokul arkadaşını bile buluyorsun. çok acaip! çok iyi eski sevgili takibi ve tacizi yapılabiliyor, bu ise ekstra bir güzellik. güzellik diyorum, çünkü tacizi yapan da mutlu, yapılan da birnevi. en gereksiz bir arkadaştan selam geliyor, sonra muhabbet uzuyor, msn'e kadar gidiyor falan. bir arkadaşınız bir aktivite düzenliyor, katılıp katılmayacağımızı işaretliyoruz kutucuklara. bir dönem kızlara bira yolluyordum paso, o tarz aplikasyonları ciddiye aldığım dönemlerdi. bazılarını bolca içirmek istemiş olabilirim. aslında gerçek hayatın bir simulasyonu gibi birşey bu. he bir de arkadaşlarının listesinden kız beğenip "dayı şu kızı bana yazsana" gibisinden olaylara girmeceler falan. bol seçenekli bir katolog. video olayı abardı son dönemlerde. ben şikayetçi değilim açıkçası, en işe yarar olaylardan birisi bu bence Facebook nanesinde. mesela bugün Esra Ceyhan'ın programından bir "epic fail" vakası seyrettim ki, inanılmazdı gerçekten. daha başka neler var bu Facebook'ta? oyunlar tabi. Bowling'e fena sarmıştım bir ara. Texas hold'em ise insanı değişik triplere sokabiliyor monitör başında. ama hele bir de anket ve test mevzuları var ki, yapımında emeği geçen kişilerin cehaletine acıyorum!
bugün bunlardan ismi "Aslında hangi millettensiniz?" olanına rastladım. sorular ve seçenekler şunlar;
1 - En sevdiğiniz kahraman?
- Achilles
- Antonio Gustavo Penalope Ricardo Danielo
- Ballack
- Bin Ladin
- Cengiz Han
- Haka Dansçısı Moorie
- Malkoçoğlu
- Moe
- Ras Putin
- Ronaldinho
bunebe? şuan bile aptal aptal bakıyorum monitöre. Şener Şen'in traş bıçağı satarken saydıklarının ötesinde gerçekten. bunlardan hiçbirisi benim kahramanım olamaz. ama Cengiz Han'ı işaretledim nerden estiyse. maksat 2. soruya geçmek...
2 - En sevdiğiniz şehir?
- Atina
- Berlin
- Eskişehir
- İstanbul
- Mekke
- Moskova
- Pekin
- Rejkjavik
- Rio de Jenario
- Ulan Bator
öff! Reykjavik dedim ben. maksat sonuç olarak bir kuzey ülkesi çıksın, profilde cool gözüksün falan. İzlanda'da da fena memleket değildir hem.
3 - En sevdiğiniz futbolcu kim?
- Arda Turan
- Arshavin
- Ballack
- Cristiano Ronaldo
- Hakan Şükür
- Kewell
- Liberopoulos
- Nakata
- Ricardo Quaresma
- Robinho
hazırlayan arkadaşın Galatasaray'lı olma ihtimali belirdi.seçilen isimler de gayet enteresan. "Liberopoulos liberodur, çağdışıdır" diyerekten ve de montundan donuna kadar official Zenit ürününe sahip bir vatandaş olduğumdan Arshavin dedim.
4 - Romantik bir akşam yemeği için en uygun bölge?
- Adıyaman
- Bordeaux
- Eskişehir
- Hibernian
- Larissa
- Mihallıçcık
- Münih
- Necaxa
- Saint Pettersbourg
- Sao Paolo
Bordeaux dedim hiç düşünmeden. hani Fransa, şarap, marap ayağına bir romantizm oluştu beynimde. oysa ben romantizme zaten Fransız bir adamım.
5 - Hangi ülkenin başbakanı olmak isterdiniz?
- ABD
- Doğu Timor
- Hindistan
- Irak
- Kanada
- Küba
- Makao
- Nepal
- Türkiye
- Yunanistan
Küba'yı seçtim burada. sonuçta toprağı bereketli memleket! ihracat vızır vızır! Makao ile Doğu Timor'u haritada bulanı da yardımcım yapardım.
6 - Tatil için seçeceğiniz yer?
- Bodrum
- Fethiye
- Girne
- Hollanda Antilleri
- İstanbul
- Keflavik
- Kos Adası
- Muş
- Santiago
- Yeni Delhi
Keflavik tabiiki. sonuçta bu da İzlanda'da. sebep 2. sorudaki ile aynı.
7 - Dili hangi ülkenin başkentidir?
- Belize
- Çek Cumhuriyeti
- Doğu Timor
- Portekiz
- Ruanda
- Rusya
- Singapur
- Slovakya
- Tanzanya
- Togo
aslında olayın bittiği nokta bu soru kesinlikle. burada cevabı tek olan bir soru var. tercih meselesi değil yani. şimdi buna verilecek cevap benim gerçek kökenimi mi belirleyecek? çaktım hemen Google'a Dili'yi, Doğu Timor çıktı cevap. riske girmeden işaretledim. Doğu Timor ne be?
8 - Sizce siz?
- Akıllıyım felseyi severim
- Buz gibi bir adamımdır
- Çekik gözlerim var
- Çok cesurum
- Dinime bağlıyımdır
- İnsanları sevmem
- İyi topçuyumdur
- Karayiplere bir ilgim var
- Soğuğa bayılırım
- Ufak tefek bir insanım
soğuğa bayılırım tabi. sebep yine aynı sebep aslında da, harbiden de soğuğu daha çok severim. "Karayiplere bir ilgim var" diye kendini özetleyen bir insan ise hangi millettendir acaba?
9 - Hangi ülkenin yönetim biçimini seviyorsunuz?
- ABD
- Avustralya
- Benin
- Çin
- Fransa
- Irak
- Kolombiya
- Küba
- Nijerya
- Rusya
Küba kesinlikle. sebeplerinden bahsetmiştim daha evel.
10 - Dünyanın size göre görülmesi gereken en önemli yeri neresidir?
- Altay dağları
- Bodrum Kalesi
- Çin Seddi
- Eskişehir
- Giza Piramidi
- Hz.İsa Heykeli
- İstanbul Sultanahmet
- Moskova
- Olimpia Yunanistan
- Wolksvagen fabrikası
Olimpia tabiiki. neden "tabiiki" dediysem? son soru işte, bitsin de kaçalım.
Sonuç: "Türksün"
afferin keleş! sensin Türk!
Battlethepinkrobots Compilations, vol.5
22 Mart 2009 Pazar 01:45
uzun süredir compilation olayına uzak kaldık. aslında bu albümü 1 ay evelden hazırladım neredeyse, ama yayınlamadım. durdu bir köşede hep. koyduğum şarkıları da unutmuşum hatta. şöyle bir baktım, anladım ki albüm 1 ayda bayatlamamış. inceden geçelim şarkılara;
1) Muse - Citizen Erased
Absolution Muse'cusuydum aslında son dönemlere kadar. o albümle yatar kalkar, diğer albümlerden ancak bir iki şarkı dinlerdim toplam. ama Origin of Symmetry'e bi "vay anam!" demek istiyorum huzurlarınızda. her nekadar olağan üstü bir albüm olsa da, bir tane daha Absolution çıkabilir kanımca. yada ona benzer şeylere denkgelebilir insan. ama şu albümün kafasında bir albüm daha olacağını sanmıyorum. albüm yorumuna döndü iş ama, şarkı ile albümün yorumu da birbiri ile paralel bana göre. ki, şarkı da albümün en güzel 2-3 şarkısından biri ise. sözler ve konu ise harika zaten! bir de; iyiki şarkıya yaylı enstruman koyma fikrinden vazgeçmişler son anda...
2) Black Bonzo - Yesterdays Friends
çok çok fanı olmadığım ama 70ler progrock'ına olan hörmetlerinden dolayı büyük saygı duyduğum Black Bonzo'nun Sound of the Apocalypse albümünden çok leziz bir şarkı. albümdeki kayıt ve tonların en çok bu şarkı ile bütünleştiğini düşünüyorum. özellikle de klavye kullanımı beni oldukça tatmin ediyor. bu adamlar daha çok ekmeğini yer bu piyasanın. günün birinde bir başyapıt çıkarma ihtimalleri var mı peki? yok değil bence...
3) Conor Oberst - I Don't Want to Die (in the Hospital)
Bright Eyes'ın Arda Turan'ı diyelim bu elemana. genç ama oldukça tecrubeli ayağına. yetenek de yok değil ama benim istediğim seviye ve tarzda değil, aynen Arda Turan gibi. kendi adını taşıyan albümü de beni pek sarmadı açıkçası ama, bu şarkı gerçekten eğlenceli. bu şarkıda "i don't want to Die in the hospital" diyerekten Türkiye'de SSK hastanelerindeki bürokrasinin vahim durumu eleştirmiştir genç arkadaşımız. bestenin de aynen kovboy barı atmosferinde olması ise bir çeşit gönderme bence, "Ringo'nun ahırı mı lan burası" gibisindenden. bukadar saçmalamışken diğer şarkıya geçmekte fayda var...
4) Elbow - Red
Elbow'un Asleep in the Back albümü bence kaçırılmamalı. her ortamda bunu bilip bunu söylerim. aldırış etmeyenler ise şu şarkı ile ilk adımı atabilirler. "bana göre" kaliteli bir vokale sahipler. besteler de genelde iş olsun diye yapılmamış kesinlikle. Red güzel şarkıdır, parayı alır hertürlü. bu gruba giriş içinde gayet uygundur, rahattır. haff hafif davuldu, trampetti derken vokalle yaylılar başınızı okşayıverir.yakışır!
5) The National - Mistaken for Strangers
Boxer geçen sene en çok dinlediğim birkaç albümden birisidir. o albümden de en çok döndürdüğüm şarkı bu ise; demekki bu şarkı geçen sene en çok dinlediğim üç beş şarkıdan birisi demektir. hesap kitabım iyidir görüldüğü üzere.
ilk olarak Mister Deniz demişti bana "abi tam senlik" diye, adamın beni tanıdığının ilk göstergelerinden birisiydi bu. safkan Amerikan işi indie rock. gittiğim mekanlarda duymak isteyeceğim müzik budur aslında. hani birayı fazla diplediğinizde ağzınızın iki kenarından akan birayı kolunuz ile sıvarsınız ya, öyle birşey bu! (kurduğum cümleden evel tesadüfen gerçekleştirdim bu hareketi, şarkıya da acaip uydu. dur bidaha yapayım!)
6) Fleet Foxes - Ragged Wood
başta pek sallamamıştım albümü, sonra ordan burdan övgüler, ödüller falan okudum. daha bir önemseyerek eğildim albüme. "ye kürküm ye" davası tabi, millet kral derse daha bi değer kazanır gözünde. ama şu şarkı var ya! hani yaşım 20 olsa, altımda tamponu yere sürten 1955 model bir Chevrolet Bel Air olsa, Amerika'nın köhne bir kasabasında yanımda hatunumla çayır çimenin arasında, göle yada nehire nazır bir ağaç altında piyizlenirken, allah he verdiyse iki kere patlatıp frekansı zor ayarladığım araba teybinden şu şarkı çınlasa... çok şey istedim, evet!
7) Foo Fighters - Come Alive
pek fazla sevmediğim grupların da güzel şarkılarını buraya koyuyorum ki, anlayın kaliteli bulduğumuz herşeyi takdir ile karşılayıp onore ettiğimizi. Nirvana’yı hiç sevmedim oldum olası. Hele bir de grubun yancı davulcusu Dave Grohl eline gitarı alıp beste yapacak da şarkı söyleyecek, ben de beğenecem! Mümkün mü? “değil” derdim daha evel ama Echoes, Silence, Patience and Grace gerçekten güzel bir albüm, gelen olarak ele aldığımızda. Ama bu şarkı albümün de üstünde bana göre. Şarkı öyle bitiyor ki, nasıl başladığını unutuyor insan. Hele de bunu 5 dakikalık bir zaman diliminde yapmak gerçekten büyük baraşı. Mister Ug "Dave beste yapmayı öğrenmiş" demişti bu şarkı hakkındaki yorumunda. on numara yorum diyorum buna ben. olayın özeti budur!
8) Lamb - Fly
Massive Attack ekolünden bir trip-hop grubu Lamb sevdiğim bi grup. klasik; belirleyici ritm, binbir altyapı, sınırları çizen baslar ve seksi vokal kombinasyonlu bir şarkı. compilation'ın geri kalan şarkılarına baktığımda, bu şarkının albümün yönünü değiştirdiğini anladım. hangi kafayla koyduysam? ingilizcede "lamb" koyun anlamına da gelir. acaba ondan mı ki? çok köyütdü bu evet! yazdık artık, napalım?
9) Goldfrapp - Utopia
bana göre efsane grup ve efsane albüm. ayrıca şarkı da efsane. son albümü Allison ile 43 yaşında da olsa evlenirim. hatta hanımköylü olurum. Lamb'dan sonra bu gruptan bir şarkı koymamın sebebi sanırım bu işin kraliçesinin aklıma gelmesidir. Seventh Tree de pek sarmadı zaten, Felt Mountain'dan başka çıkar yolu yok. tribin bini bir para!
10) The Black Heart Procession - A Light So Dim
The Black Heart Procession'ın Two albümü arşivlerde bulunmalı. yine bir Mister Ug keşfi. lanet olsun, hep bu adama denkgeliyor! ama adam sarraf, yapacak birşey yok. neden dedil "abi gel beraber blog açalım" diye. başkasına yar etmemek gerekirdi. "birkaç gündür yüzüm gülmüyor" gibisinden bir başlıkla eski blogunda duyurmuştu kendisi bu albümü. biz de çok meraklısıyız ya surat asmanın, çektik albümü. allahından bul Ug. bu şarkı da sana gi... öhöm. gelsin! piyanolar da bana!
11) Grinderman - Rise
fazla yaşacak birşey yok; Nick Cave ve Warren Ellis! her zamanki halleri işte!
12) Oasis - Stop Crying Your Heart Out
Oasis hiç sevmem, elemanlarını ise daha bi hiç sevmem. Heathen Chemistry de fena albüm değil aslında, haklarını yememek lazım. ama bu şarkıyı şarkı yapan etkenler ne bu grupla ne de albümle alakalı. tamamı ile sözleri ve de "The Butterfly Effect" denen insanın ömründen bin yıl götüren o lanet filmin insanı yerden yere vuran sonu önemli kılıyor bu şarkıyı. aklıma gelmişken filmi de torrente atayım, dursun bir köşede. bak gözlerim doldu yine!
13) Refree - Quitamiedos
derken arkadan albümün son şarkısı giriverdi! albümle aynı adı taşıyan şarkı; "Quitamiedos". Raul Fernandez adında Katalan bir genç. şarkının ilk yarısındaki rahatsız edici arpej ile saykedelik klavyeler ile sizi avangard bir ortama atıveriyor. Kayo Dot geldi aklıma bak, trompetler ve akor geçişleri ile. aklıma gelmişken onlara da çatayım; aklını başına al Toby! albümü en iyi bu şarkı ile bitiririm diye düşünmüşüm heralde koyarken, ne de güzel düşünmüşüm. harbiden bunla bitermiş bu albüm...
birbaşka Complilation'da görüşmek üzere!
"Battlethepinkrobots Compilation, Vol.5 , Link 1"
Pink Floyd - Dark Side of the Moon
21 Mart 2009 Cumartesi 18:24
Dünya üzerinde kaydedilmiş en büyük albümdür dark side of the moon.
Sağda solda, orada burada o kadar anlattım, yazdım çizdim ki bu albüm hakkında, ne yazsam tekrar gelecek. ama ne zamandır yazmadığımız "efsane sanat eserleri yazı dizisi"nde bu albüm olmazsa olmaz konumda yerini almalı idi. başlayalım!
73 yılında yayınlanmıştır dark side of the moon, pink floydun yanılmıyorsam 8. stüdyo albümüdür. bu albüme kadar saykedelya etkili syd barrett başyapıtı "piper at the gates of down", senfonik rock denemesi "atom heart mother", ya da az bulunur derinliğe sahip, ses katmanları ile örülmüş "meddle" gibi albümler yapmış bir pink floyd var karşımızda, liderini uyuşturucular sayesinde kaybetmiş(syd barrett), ilk zamanlarda kendi bas gitarını bile akord edemeyen bir lidere, söz ve şarkı yazarına sahip artık(roger waters), grup ropörtaj vermiyor, kimse onları tanımıyor. durum pek iç açıcı değil gibi duruyor ha?
aslında ilk etkiler "meddle" albümünde görülmüyor değil, sözler bakımından olmasa da, pink floyd'u pink floyd yapan o erişilmez müziğin ilk izleri bu albümdedir. 24 dakikalık "echoes" kesit kesit o karanlığı ve yoğunluğu yüzümüze vurmaktadır. başlangıç noktası burasıdır.
neticesinde, dark side of the moon'un ortaya çıkışı da aslında doğru zaman, doğru yer tanımına uygundur. waters albümü "ot içip müzik dinleyen genç insanlara" yaptıklarını söyler bir ropörtajında. saykedelya, space rock, uyuşturucular, hayat, yoğunluk, müzikalitenin yükselmesi, sıkışma, yabancılaşma, karanlık, ve bum!
dark side of the moon konsept bir albümdür; tek bir hikaye etrafında dönmese de, zamanının yabancılaşma, modern yaşamın monotonluğu, ölüm, zaman gibi kavramları aynı çerçevede ele alınmış, sözlerin sadeliği, acımasızlığı ve vuruculuğuyla inanılmaz bir senaryo yazımı gerçekleşmiştir. roger waters'ın yazdığı sözler, yine çoğunlukla waters'ın ya da grup elemanlarının beraber besteledikleri karanlık, basık ve tematik bir müzikle yoğrulmuştur. o zamana kadar modern yaşamın insan hayatı üzerindeki etkisi bu denli karamsar bir şekilde ortaya hiç konulmamıştı, belki de dark side of the moon'u tarihin en başarılı ve kült albümlerinden biri yapan budur. zerafet ve karanlık, el eledir bu albümde.
hep waters dedik, diğer elemanlara da dönelim biraz, barrett'in yerine gruba giren david gilmour bu albüme tam anlamıyla imzasını atmış durumdadır. vizyonu, çalış stili ve hissiyatı ile bu albümde gilmour yerine çalabailecek bir gitarist bilmiyorum ben. kimi koysanız eksik kalacaktır. pekala şu da söylenebilir, unutulmaz "great gig in the sky" ile rick wright'ın yerine kim konulabilir ki? yoğunluk ve atmosfer ise konu, bu iki müzisyenin tuşesi, hissiyatı ve stilleri pink floyd müziği dediğimiz olguyu yaratıyor.
waters sözler ve besteler ile muazzam bir lidere dönüşmüştür bu albümle, daha önce de belirttik. asıl yükselişi ve grubunu en öne atışı buradadır. baterist nick mason ise grupta denge konumunda, ya da uzalaşmacı kimliğini basit stili ile birleştirmekteydi, yani grup içi dengeleri korumak adına gerekli bir figürdü.
herkesin bildiği albüm kapağı, artık ikonik bir figür, ya da rock tarihinin en bilinen görselleri arasında yerini almıştır. waters şöyle anlatır kapakla ilgili olarak; "storm thogerson (pink floyd albüm kapaklarını hazrlayan ismdir kendisi)bir odada bize kapak ile ilgili 3 ya da 4 tane seçenek gösterdi, hepimiz bir aynı anda şimdiki kapağı gösterip "bu" deyip çıktık". dediğimiz gibi, doğru zaman, doğru yer, ve bum!
740 hafta boyunca listelerden inmemeiştir albüm, ve 40 milyondan fazla satmıştır. derler ki ingilterede her 5 evden birinde dark side of the moon bulunur. istatitiklere göre şu anda dünyanın herhangi bir yerinde dinleniyor olmalıdır hatta.
albüm progresif rock'ın bir bölümünü tamamiyle etkilemiştir. özellikle o dönem alman progrock gruplarının çoğu bu etkilerin altında kalmışlardır. 80'lerde cd teknolojisi ortaya çıktığında almanyada sadece dark side of the moon cd'si basan fabrikalar olduğu gerçeği de bununla bağlantılı olabilir belki.
kapaktan başlayan bir kasvet var bu albümde, ama üzücü ya da ağlak bir kasvet değil, sıkıntılı, basık; varoluşumuzu sorgulatan sözlerle muhteşem bir uyum içinde. o zamanın en ileri ses teknolojilerini kullanan deneyselliği sonsuz bir grup pink floyd, kalp atışı ile başlayan albüm yine kalp atışı ile son bulur, "on the run"da bir uçak yere çakılır, "time" da zamanın akıp gitmesi önce kaotik saat sesleri ile, daha sonra waters'ın muazzam sözleri ile anlatılır. "great gig in the sky" ölüme en uç ve tüyler ürpertici yorumu getirir, "money" bozuk paraların loop şeklinde yere düşmesi ile başlar, paranın insan hayatı üzerindeki etkisini sorgular. "brain damage" katıksız bir akıl hastanesi atmosferi yaratır, syd barrett'a selam çakmayı ihmal etmez. "us and them" hayatın ağırlığını anlatır. "eclipse" herşeyin güneş altında uyum içinde olduğunu anlatırken güneş'in de ay'ın karanlığıyla örtülü olduğunu söyler.
"there is no dark side of the moon really. matter of fact its all dark" diyerek son bulur albüm.
Albümden birkaç uç nokta; "time"ın ortasındaki rock tarihinde tüm zamanların en büyük 10 solosundan biri olan gilmour solosu, "great gig in the sky"daki koro vokallerin yükselişi, "us and them" deki nakarat partisyonları, "eclipse" ile yapılan muhteşem kapanış.
dark side of the moon kendi çağı için yapılmış, ama tüm çağlar için geçerli bir albümdür bu yüzden. evrenseldir ve üzerine çıkılmayacak kadar mükemmel kurgulanmıştır. bu denli kusursuz çok az albüm var yeryüzünde, bilen dinleyen başucuna koyan yeniden açsın dinlesin, dinlemeyen ise hemen biryerlerden bulsun. hayat gibi albüm işte.
Efsane Şeyler
19 Mart 2009 Perşembe 20:40
canım sıkıldı, yeni bi blog açtım. kafamda efsaneleşmiş şeylerin fotoğraflarını koymayı düşünüyorum. çoktandır yapmayı düşündüğüm birşeydi bu ve ayrı bir platformda uygulamak istedim. gelen olursa da kapı açık herzaman!
isim için de pek kasmadım, "Efsane Şeyler" dedim geçtim...
http://efsaneseyler.blogspot.com/ linkinden ulaşıp resimlerden hertürlü araklayabilirsiniz!
Fingerball
19 Mart 2009 Perşembe 15:10
omuz omuza ikili mücadele!
mükemmel bir vuruş ve aynı güzellikte bir kurtarış!
he bir de şöyle birşey var;
söyleyecek bir şey yok tabi!
Vespa
19 Mart 2009 Perşembe 00:19
hayatta benim için en değerli insanlar; orijinal tercihler yapan, orijinal hobilere sahip olan, ufacık da olsa farklı ilgi alanları mevcut, kendine özgü insanlardır. bu özelliklere sahip olurlarken hiçbir şekilde garanticilik ruhunu, diğer insanların gereksiz olumsuz görüşlerini, o uğraştan fayda sağlamayı kesinlikle umursamazlar. bir mekana süper spor bir arabayla gelen, feci yakışıklı, hatunların üzerine atladığı, ama hayatında orijinallik namına sıfır özelliği bulunan başarılı, genç ve girişken bir işadamını değil de; dünyanın birçok yerinden çıkma gazoz kapakları biriktirip, otobüste ilgi duyduğu bir yazarın yada kafasına taktığı enteresan bir konunun kitabını harıl harıl okuyan, bir dükkanın önünden geçerken gözüne çarpan 70lerden kalma bir orijinal plağı cebindeki 3 kuruşuyla alan insanı daha çok kıskanırım. Ferrari ile yanımdan saatte 300km ile geçen adamı değil de, 78 model Ford Granada'sı ile yolda kalmış elleri yağlı, ama ısrarla o arabasına aşık olan adamı daha çok kıskanırım. sıfır Ibanez JEM değil de, ücra köşede bulduğu eski püskü bir Godin'e hayran kalıp satın alan bir adamı kıskanırım. Racing motorunun arkasında afet mi afet kızarkadaşını millete domaltarak gezdiren adamı değil de, Vespa'sı ile kaldırım kenarından pıtır pıtır giden yüzü sivilceli, ayağında yırtık adidaslı genç arkadaşımızı daha çok kıskanırım. bunun sebebi ise tercihlerin karakterlerinin, hayat felsefesini ve de kişinin karakterini oluşturmasından geçiyor. onları bir araç değil de araç olarak görmektir imrendiğim konu. ve ben de hayatım boyunca böyle tercihler yaparak yaşamaya çalışmış bir adamım. Mister Ug'ü de diğerlerinden ayrı tutuşumun sebebi budur kesinlikle. kendime çok yakın hissederim. gerçi şuanda arkadaşlık yaptığım insanlar da genelde bu tarz insanlar. zaten belki de bu sebeple arkadaşımdır onlarla.
yazının başlığı "Vespa" ama sadece tek bir cümlede adı geçti değil mi?. hayır, aslında şuana kadarki her cümlemin altında yatan şeylerden birisi o kesinlikle. motoru çok seven bir adam değilimdir aslında, hatta biraz da korkan bir adamım. ama o motor değil ki, o Vespa! bunu yaşamam gerek kesinlikle. son günlerde buna iyice karar vermiş bulunmaktayım buna. araştırmaya başladım bile. annem haberi duyunca muhalefet oldu tabi, klasik anne tribi. "güzel bir araba alalım" demeye başladı. dedim ki "onu geçicen, Vespa'yı alıcam, kaçarı yok". anneler motordan korkar. ama dedim ya, bu motor değil, Vespa! yaşamak istediği şeyleri içine atıp hayatı boyunca bunun gazını dışarı atmaya çalışan bir adam olup 70 yaşımda ölmektense, bunları yaşayıp ömrümden feda edebilirim açıkçası. hem zaten çocuklarımın altımı değiştirmesi gibi bir hedefim, arzum da yok.
araştırdım piyasayı, çok da hesaplılar. 90ların ilk yarısında üretilmiş "PX 200" ler sudan ucuz. ben de şu aşağıdakine abayı yaktım;
benim de Vespa alışım bir vadeden sonra olacağı için, o zamana kadar satılmasın diye dua edeceğim. yapacak bişey yok! satılırsa da sağlık olsun. yakışıklı adamım, bana başka Vespa mı yok!
e almadan evel danışılacak tek bir kişi var, O da; Sevgili Trofolo!
Dur yolcu!
18 Mart 2009 Çarşamba 16:10
"Dur yolcu! Bilmeden gelip bastığın Bu toprak,bir devrin battığı yerdir..." diye bir yazıyı görmemek elde değildir Çanakkale'de, nerde olursan ol. yazı görüldüğü an kesinlikle çeki düzen verilmelidir attığımız adımlara bile. Çanakkale Şehitliği vardır meşhur. bence "Hacı"lık oraya gitmekle gerçekleşir. ki; Çanakkale'nin her adımı şehitliktir zaten. onbinlerce şehidin kanını kutsal kılar o toprakları. çoluk çocuk, karı koca, sülalecek savaşan bir halkın kanı bu ayrıca, diğer kanlara da benzemez. şu sıralar nakit paraya sattığımız toprakları canları pahasına müdaafa etmişler zamanında.
bu insanları saygı ile anmanın, acılarını kalbimizde hissetmenin, hiçbir siyasi ve dini görüşle alakası yok. "insan" olan herkes, bunu yaşamalı. hele de bu vatanda Türk kanı ile doğmuş, rahat rahat yaşamış isek, sonsuz minnettarlık duygusu da eklenecek üzerine. herbiri uğruna birer kere ölmek istenecektir belki de. en azından ben böyle istiyorum, sadece 18 Martlarda olmamakla birlikte!
Mekanları cennet olsun!
Yeni bir iş, işsizlik ve Nevşehirli
17 Mart 2009 Salı 17:09
işsizlik kötü şey. çalışmak da kötü. bu ülkede herşey kötü. zaman kötü, kolla kötü! ilk başlarda zor gelir çalışmak. girdiğin yeni ortamda çaylak sıfatı ile çekingen çekingen dolanırsın ortalıkta. herkes seni gözlemler. bütün gözler üzerindedir. bu da sıkıntı yaratır insanda, bir okadar da stres. hata yapma olasılığın artar. dalga geçiliyormuş hissine bile kapılırsın. girdiğin iş çevresinde çalışan hatunlar seni keser, ne iş olduğunu anlamaya çalışır. yüzlerinde de genelde bir sırıtma vardır ince ince. erkeklerde de bu sırıtma mevcuttur. dalgacı tavırlardır bunlar. ben kendi açımdan konuşuyorum tabi, kızlar için bu durum çok daha farklı olmalı. tahminim onlar daha rahattır. her nekadar kadın-erkek eşitliği de olsa, erkeğe daha fazla yapışmış bir kavramdır "çalışmak". bu sebeple onların daha rahat olabileceğini düşünüyorum. bu rahatlık ile "ammaaan, çalışsam neolur çalışmasam" rahatlığından ziyade, ortamda daha özgüvenle dolaşmalarını kastediyorum. ve ortamdaki hatunların bakışı birazcık kem, erkeklerinki ise hevesli olur gibime geliyor. gözlemlediğim ve uyguladığım kadarıyla.
işe girip ilk heyecan atıldıktan sonra zamanla herşey değişir. gerçek yüzler ortaya çıkmaya başlar. artık onların bir elemanısınızdır sadece. heyecanlar ortadan kalkar ama, bu olayı daha sıkıcı ve monoton bir hale getirir. artıları da vardır, eksileri de yani bu olayın. ama ben iş hayatını, sürdürmekte olduğum hayatımla alakalı ihtiyaçlarımı karşılamak amaçlı birşey olarak düşünüp ayrı bir yere koyduğum için, gün geçtikçe daha da kolaylaşıyor işler. zaten ilgi odağı olmayı sevmem. aslında herkes sever de, bu şekilde değil. tek başına ve ilk defa gittiğin bir barda 8 tane fıstığın senin başına üşüşmesi ile bir benzerliği yok bu mevzunun yani.
dediğim gibi, iş iyice sıkıcı bir hal alır. sadece benim için bu hali alsa tamam, aynı şey diğer kişiler için de geçerli. bu sebeple olayın iyice boku çıkar zamanla. maskeler düşer, herkes birbiri ile savaş halindedir. patronundan çırağına kadar. olay bir yerden patlak verir bir şekilde. ve devamında artçıları yaşanır sürekli. en son ise bir bigbang ile işten ayrılırsınız. ya kovulursunuz yada istifa edersiniz. ne farkeder ki aslında? o dakkadan itibaren işsizsindir işte.
esas konu, o dakikadan sonrasıdır. alışmışsın çalışmaya, kalmışsın bir boşlukta. e yaş da 25 ve ötesi ise, daha tuhaf bir durum. tembelliğe alışmadan yeni bir iş bulmak istersin, bir yandan da bir süre tembellik yapmak. ama her halükarda yeni bir iş korkutur insanı. bu korkunun şiddeti kişiden kişiye değişir ama, ufacık da olsa vardır insanın içinde. aynı dolambaçlı yollardan tekrar geçecek olmak sıkar insanı. yaş 40 da olsa yeni bir işte çaylak sendromunu yaşarsın sonuçta. ilk günler keyifli geçer tabi işsizlikte. bir okadar da tuhaf. sabah yat, öğlene kadar uyu. canın ne istiyorsa yap. değmesin yağlı boya! ama sonraları sıkar inceden. ama en sıktığı dönemde bile bu tembelli müthiş bir keyif verir insana. bunun adı tembelliğe alışmaktır aslında. bir süre sonra hiçbirşeyi umursamayıp doğaçlama takılırsınız. yapacak birşey bulamıyorsunuz eğer, ufak tefek şeyler uydurursunuz. sonuçta zaman burun karıştırsan bile geçiyor.
mesela şu arkadaş bence bu evrelerden geçmiş bir insan;
suçu yok kesinlikle. canı sıkılmış işte. daha yeni uyanıp yüzünü yıkamıştır eminim. yatağı bile dağınıktır. odada daha dün gece bitirdiği bir paket sigaranın dumanı vardır kesif kesif. demlemiştir çayını, yakmıştır ilk sigarasını. oturmuştur pc başına. üç beş dakika gezinmiştir nette. sarışın bir hatun fotosu görmüştür biryerlerde, eşeğin aklına karpuz kabuğu gelmiştir. şeytana uymuştur. te Nevşehir'in ücra bir köşesinde google'a "sarışın pornocular" yazıp, kendini bizim blogda bulmuştur, saat 16'ya çeyrek var iken. yadırgamak yerine anlayabilmek lazım onu!
bak Nevşehirli, seni aklamak için 4 paragraf eskittim yukarıda. kıymetimi bil!
Ölüm
17 Mart 2009 Salı 01:36
size birşey söyleyeceğim ama aramızda kalacak; hepimiz ölücez! bu yeni keşfettiğim birşey değil aslında. biyoloji kitaplarında bile geçer, "canlılar doğar, yaşar, ölür" diye. ama Six Feet Under'a başkayıp, bir süre devam ettikten sonra bu olay beynimde daha büyük yer kaplamaya başladı. Talento'nun geçenlerde bana verdiği bir spoiler var dizi hakkında, ve her bölüm için geçerli bir spolier; "abi biri ölüyo". en olmadık zamanlarda, en olmadık yerlerde, en olmadık şekillerde ölebiliyor insan. ölümün şekli de çok önemli omaya başladı benim için. ucuz sebeplerden ölmek istemiyorum artık, ampul takarken falan. uzay mekiği kazasında ölmek isterdim misal. sonuç her şekilde aynı olsa da. sonuçta ölüm, hayat denen romanın son cümlesi. güzel bitmeli, etkili bitmeli.
yakınlarımızın ölümüne genelde üzülürüz hep. çok daha yakınlarımızın ölümü ise bizi bunalımlara sürükleyebiliyor, gayet doğal olarak. üzüldüğümüz konu; onu birdaha göremeyecek oluşumuz mu sizce? benim kendi hayatımda, ölüm haricinde de bu tarz vedalarım oldu. herkesin de olmuştur. çok çok sevdiğin bir insan ve küçük bir vedadan sonra birdaha görmemişsin. hatta unutmuşsun gün geçtikçe. ölümün bundan farklı olan tek tarafı bence vedalaştığın kişinin akıbeti. yaşamın boyunca yüzlerce insandan duyduğun, inançlara göre değişen farklı farklı tahminler. cennet, cehennem, reenkarnasyon, hiçlik gibi kavramlar. hani Cem Yılmaz der ya "bi broşür falan olsa" diye. son zamanlara kadar ben de hep aynı şeyi düşünürdüm. ama artık düşüncelerim değişti. bilmek değil, sadece inanmak istiyorum. inandığım şeyin olacağı fikri ile yaşamak istiyorum sadece. aslında yapılması gereken bence bu.
blogumuzda arada bir yorumlarını eksik etmeyen dostumuz Emre Karacaoğlu'nun bir dönem beraber takıldığımız bir forumda, şuanda hatırlayamayacağım bir konuda yazmış olduğu birkaç cümle içerisinde "bilmek" ve "inanmak" kelimeleri o günden beri aklımdan çıkmaz hiç. hatta beni bir dönem triplere sürüklemişti. hayat denen şeyde çok önemli yer teşkil eden iki kavram. birçoğumuz herşeyi bilmek isteriz. ta ki öğrenene dek. sonra o şeyin ne olduğunu bilmeden önce inandığımız hali ile kalmadığı için kendimize kızarız, üzülürüz. bu konu ile alakalı en rahat örneği "ilişki" kavramından verebilirim. bir kişinin sizi sevdiğine inanmak bu işi güzelleştiren, değerli kılan şeydir. ama olayı fazla çomaklarsak ve inanmaktan öte o kişinin sizi seviyor olduğunu bilirsek eğer, olayın heyecanı kaçar, sıkıcılaşır. ve bazen de garanticilik psikolojisi hakim olur olaya. yada tamtersi bir gerçeği öğrendiğimizi farzedelim. her nekadar gerçeği öğrenmiş olmak size doğru gelse de, o kişinin sizi sevmediği gerçeğini öğrenmiş olmak, bu işi çomakladığınız için kendi kendinize kızıp suçlamanıza da sebep olacaktır. ve hep daha evel inandığınız şekli özlersiniz böyle bir durumda. insanların inançları ile yaşamaları çok daha mantıklı bence. bu sebeple hayatın son cümlesi dediğim ölümün de bir gizemi olmalı. bu gizem, kaybettiğiniz kişinin de değerini azaltmaz, tamtersi arttırır. onu daha çok düşünmenizi, merak etmenizi, değer vermenizi sağlar. bu bence gayet güzel. "inanç" kelimesini de "din" kavramı ile karıştırmamak lazım. adı üzerinde zaten. inandığın şeydir inanç, her konu hakkında. ölüm de dini bir olay değildir.
sıra geldi kendi inancıma. ben bu hayatın; varolan bir ruhun, bir beden içinde, olması gereken zaman dilimi süresince, olması gerektiği yerde bulunması olarak görüyorum. ve her hayatın, bir sonraki hayat için referans olacağına inanıyorum. sıra sıra hayatlar yani. eveliyatını hatırlamadığımız, uzun bir varoluş. bazıları ise bir önceki hayatlarını hatırladıklarını iddaa ediyorlar bu devirde. onlar hakkında pek bir fikrim yok açıkçası. insanoğlu bu konularda yalancıdır genelde. 1937 doğumlu bir dede bile "Atatürk'ü gördüm" der kameralara.
"referans"tan bahsettim azevel. diyorum ki; bu hayattaki davranışlarımızın eksi ve artıları birbirinden çıkartılarak bir katsayı ile çarpılıp notumuzu alacağız. bu not bir sonraki hayatımızda bize güzel bir beden, çevre, yaşam olarak dönecek. zamanında Glenn Hoddle buna benzer bir inancı olduğuna dair bir açıklama yapmıştı. "engelliler bir önceki hayatlarının cezasını çekiyorlar" gibisinden birşeydi sanırım. adamı çarmıha germedikleri kalmıştı. benim de buna yakın bir inancım var bu konu ile alakalı. bir sokraki hayatımız, bu hayatın cenneti yada cehennemi bana göre.
klasik bir laf vardır, "yarın ölecekmişin gibi yaşa" gibisinden. ama bunu genelde kendin için birşeyler yapasın diye söylerler. bizim toplum ne yapar? gider evi çocuğunun üstüne yapar, çocuğuna para kalsın diye sigorta yaptırır fln. yada boş arazisine ev diker, kiraları çoluğa çocuğa garanti olsun diye. başkaları için yaşamaya bayılan bir toplumuz. hatta yeni kuşak gençleri de bu kalıba sokmaya çalışan ebeveynlerimiz var genelde. ama siz boşverin onları. "yapmazsam içimde kalır" dediğiniz herşeyi yapmaka bakın. alın bi motor, 300le gidin. yolda yürürken bir adamın ensesine tokadı vurun, kaçın. yazıyı okurken de fazla dalıp gitmeyin, dikkatli olun. bu yazıyı okurken ölmenizi istemem. bu bana yük olur!
Türk futbolunun en enteresan karakterleri yazı dizisi: 1 - Hami Mandirali
16 Mart 2009 Pazartesi 16:50
Eski Trabzonsporlu futbolcu. 220 tane golü vardır türkiye liglerinde. Bizim jenerasyon 90'ların ikinci yarısından itibaren türk futbolunu az çok takip ederek büyümüştür, o zamanın kral adamlarından biridir Hami Mandıralı. Tamamiyle kendine has bir futbol karakteridir. Gevura vurur gibi topa asılarak çektiği şutlar efsanedir. Taffarel'e karşı kullandığı bir penaltıda tatbiki saatte 250 km hızla abandığı top taffarel'in karnına çarpıp içeri girmiş, zavallı taffarel yerde cansız yatarken bulunmuştur. Süper gücü "abanmak" olan bir adamdı yani. Bir de 40 metre 50 metreden frikik atmaya kasardı, o özelliğine de hastaydım. Kaleye 50 metre mesafeden kullanılıyorsa frikik bir 10 metre de kendisi gerilir, koşar koşar allahlama vuruşunu yapardı. Dağ taş tribün ya da kale, amacı vurmaktı onun. ah hami ne güzel insandın sen.
Almanya'ya falan da oynamışlığı vardır. Gariptir, ben bu adamı hep 90'ların ünlü topçusu Litmanen'e benzetirdim o yıllarda. Litmanen Ajax'da falan oynuyor tabi, Hami Trabzonspor'da. Türk Litmanen'i gibi. ama yok yok, hami şahsına münasır bir topçudur.
Biraz safçana bir adamdır hami, efsane olmuş demeçler vermiştir, dumur ötesi olaylarda bulunmuştur. Hepsini buraya almamıza imkan yok, ama en beğendiğimizi ekşi sözlükten alıntı yaparak buraya alalım ve yazımızı bitirelim.
bu abimiz bir milli mac icin ucakla donerken yolda thy'nin skylife adli dergisindeki bulmacayla cebellesiyor, bunu goren gazetecilerden biri ucak indikten sonra gizlice hami'nin biraktigi dergiyi aliyor ve birbirinden matrak bulmaca incilerini gazetesinde yaziyor. birkac tanesi şöyleydi:
soru: bir bağlaç
hami'nin cevabi:ip
soru: 11 ayin sultani
hami'nin cevabi: turkanş (turkan şoray yazacak ama sigmadigi icin soyadini kisaltiyor muhterem)
Duman
15 Mart 2009 Pazar 04:33
duman'ı neden seviyoruz? süper müzikalite, denenmemiş deneyler ya da harika enstrüman soloları için mi? tabii ki hayır, kaan tangöze'nin detone vokali bile kulağımıza batmıyor, aksine duman'ı duman yapan en önemli öğe olarak görüyoruz bunu. besteler can evimizden vuruyor, sözlerin sade ve direkt olması herkesin orada kendinden birşeyler bulmasını sağlıyor. arada aracı yok, ne verirlerse direkt alıyoruz ve nedenini nasılını bile sorgulamıyoruz. çok az müzisyene nail olabilmiş bir özellik. gücünü buradan alıyor duman.
gelelim konumuza, duman'ın çift cdlik yeni albümü nete düştü. "çift albüm" bir cesaret işidir, yargılanacak şarkı fazlalığı çok iyi bir eser ortaya koymadıysanız olumsuz bir etki yaratır. işte duman her zamanki formülünü uygulayarak bu engele takılıyor son albümünde. ciddi ciddi çok kötü bir kaç şarkı var albümde, çok çok iyi duran birkaç şarkı da var, gerisi ise olsa da olur olmasa da standardında. ne dedik başta, zaten kimse duman'dan müthiş virtüözite falan beklemiyor, ama iyi şarkıların yanında kötü şarkılar göze batıyor, "ah keşke tek albüm çıksaymış" dedirtiyor. ha milyonlar dinleyecek mi, dinleyecek. biz de dinleyeceğiz, vay kaan ne söylüyor be diyeceğiz, içki alemlerinde arkadan açıp bağıra çağıra eşlik edeceğiz. yakındır albümün içinden birtakım şarkıların loop halinde bilimum içki ve sohbet ortamlarında dönmesi. ama dediğim gibi, çok kötü ve başarısız birkaç şarkı var ki peeh yani.
fakat başarıysa başarı; kaan tangöze yine baş köşede götürüyor tüm albümü. yine aynı şey olacak, yine kötü şarkıları falan bir süre sonra gözardı edeceğiz, içimize işleyecek şarkıların hepsi, artık bu da nasıl bir etkiyse. terimlerle falan açıklanmıyor. var mıdır acaba dünyada başka örneği?
Küçük ve anlık bir fantezi
14 Mart 2009 Cumartesi 22:12
gideceksin "50 Sarışın"a;
yanına da şöyle bir sepet alacaksın;
pazardan domat(!) seçer gibi seçeceksin. "gider"i olan 15 tanesini sepete atıp gideceksin...
geri kalanı da M.Ali Erbil'e girsin!
Kafa duman
13 Mart 2009 Cuma 20:50
azevel, maçın 38. dakikasında sahalarımızda daha önce görülmemiş bir olay yaşandı. Deniz ile ikili mücadeleye giren Nsungo'nun kafasından dumanlar çıkmaya başladı. hakem M. Kamil Abitoğlu ise bu olaya sadece seyirci kaldı. bu olay acar muhabir Okhy'nin screenshot'ından kaçamadı.
Federasyon Fenerbahçeli!
Weight of Words
13 Mart 2009 Cuma 19:24
"Örs bizim işimiz!"
ACME
http://battlethepinkrobots.blogspot.com/
25 Mayıs 2009 Pazartesi
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder